incilTurK.Com

 
 
 

 
 

 

 
 

 

KİLİSE TARİHİ (Reform Hareketi)
inciltürk


 


Kilise tarihinde Reform hareketinin büyük isimlerinden söz ederken; büyük güçlüklere rağmen; nasıl ayakta durabildiklerine de değineceğiz. Bu konuları işlerken şunu hiç unutmayın: Burada çalışmakta olan Tanrı’nın Kendisidir. Çünkü insanı yüceltmekte, büyük tehlikeler vardır. Bu derslerde göreceğimiz Tanrı’nın insanlara rağmen çalışmasıdır. Üç ana konudan sözedeceğiz.

1. Martin Luther

2. John Calvin

3. Ana Baptistler Grubu adı verilen bir gruplar.

Bu üç konuya ilişkin bazı temel olaylara bakacağız.

1. Martin Luther:
Kişilikli bir adamdı. Kişiliğinde bir tür güç vardı. Bu güç ise, içindeki derin inançtan kaynaklanmaktaydı. Çok cesur bir insandı. Bu cesaretin sebebini de biliyoruz. Çünkü hayatının son 25 yılında onun başına bir ödül konulmuştu. Fakat bu bile onu hiçbir şekilde durdurmadı ya da yavaşlatmadı. Onun hakkında bazı yanlış anlamalar vardı. Bazı insanlar Luther’in bir köşeye çekilip; Reformasyonu planladığını düşünürler. Bu, Luther’in değil; Tanrı’nın Reformasyonuydu. Esasen Luther’in kendisi de buna inanıyordu. Şu şekilde bir tanım yapmıştı: “ Reformasyon aslında tamamen bir  rastlantıydı. Ben bu gibi konularda akılsız ve yetersizdim. Hepsine kaza eseri karıştım. Özellikle bunun içersine girmek istediğimden olmadı.”

Martin Luther, 1483 yılının Kasım ayında bir köylü olarak doğdu. “Ben bir köylüyüm, babam da; büyükbabam da köylüydü. Biz hepimiz köylüydük.” Halktan bir insandı. Luther’in alışılagelmişliğin dışında bir yönü vardı. Bu da, bir köylüye nazaran; çok derin bir eğitim almış olmasıydı. Babası bir maden işçisiydi. Babası Hans, işini sürekli olarak geliştirmeyi planlıyordu. Arkadaşlarıyla birlikte bir maden satın aldılar. Belli bir zenginliğe ulaştılar. Böylece de oğluna üniversitede okurken yardımcı olabildi. Babası onun bir avukat olmasını istiyordu. Bu kendisinin değil; babasının yaptığı bir seçimdi. Çünkü o devirlerde oğullarının mesleklerine babalar karar verirdi. Bu yüzden master yaptıktan sonra, üniversitede hukuk eğitimine başladı. Bu eğitim esnasında yüreği bunu istemiyordu. Çok yakın bir arkadaşının ölümünden sonra, Luther sonsuzluk hakkında düşünmeye başladı. O günlerde her insanın kabul ettiği görüş şuydu: Şayet kişi cennete  gitmek istiyorsa; kendini bir manastıra kapayıp, rahip olmalıdır....  Avukatlık eğitiminde geçirdiği yaklaşık 2 aylık eğitimden sonra, vicdanı kendisini rahatsız etmeye başladı. Ve yüreğinin derinliklerinde Tanrı’ya hizmet etmesi gerektiğini hissetti. Eğitiminin 2. ayında  babası ile bu konuyu görüşmek için köyüne döndü. Babasının kendisine, rahip (sofu) olması için izin vermesini istedi. Babası kabul etmeyip, okuluna geri dönmesini istedi. Luther, söz dinleyen bir evlat olduğundan, okuluna geri döndü fakat bu yaptığından hoşnut değildi. Luther, okula dönerken çok yakınına bir şimşek düşer. Korkuyla: “Aziz  Ann! söz veriyorum, rahip olacağım.” der.

Bir yemin etmişti ve bunu da kesinlikle yerine getirmeliydi. Babasına tekrar giderek:” Baba, Tanrı senin isteğinden farklı bir şeye karar verdi.” dedi. Daha sonra Luther, hukuk kitaplarını satarak; bir manastıra gitti. Babası bu durumdan hiç hoşnut değildi. Luther, birçok ünlü manastıra girebilecek nitelikteydi. Dominikler ya da Fransiskalılar manastırı gibi. Fakat Almanyadaki diğer manastırların yanı sıra, Augustin  manastırını seçti. Çünkü çok disiplinli ve katı kurallara sahiptiler. Luther, cennete gitme konusunda çok ciddiydi. Birkaç alıntıya bakalım:

“Eğer herhangi bir kimse, bir rahip olduğundan cennete girebilecektiyse; o ben olurdum.” diyor . Yaklaşık  3 gün boyunca hiçbirşey yiyip içmeden oruç tutardı. Kışın dondurucu soğuklarda geceleri soğuk taşın üzerinde uyurdu. Fırsat bulduğu her durumda dua ederdi. O kadar çok günah çıkarmaya giderdi ki; papaz ona artık gelmemesini bile söylemişti. İmanı konusunda çok büyük bir ciddiyet içersindeydi. Tüm bu kargaşanın içersinde Luther’in içindeki ses ona, tüm bu yaptıklarının Tanrı’yı hoşnut etmediğini söylüyordu. Aslında yaptığı iyi işlerde bile bir bencillik olduğunu biliyordu. Kendi amaçlarına hizmet etmek için Luther, Tanrı’yı kullanıyordu. Tüm bu yaptığı iyi işlere rağmen ruhunun derinliklerinde bir boşluk hissederek şöyle diyordu: “Ben Tanrı ile barışık değilim.” Kendisine bir anlamda hocalık eden kişiye giderek, içindeki huzursuzluğu giderebilmek için ne yapabileceğini sordu. Hocası ona iki şey yapabileceğini söyledi: “Birincisi, git doktora programına yazıl, o seni çok meşgul edecektir. İkincisi de: kendine bakmayı bırak ve o bakışlarını İsa’ya yönlendir!.” Aslında çok bilgece bir tavsiye bu!

Bunun üzerine Luther, 1512’de doktorasını tamamladı. Bunun sonucunda da artık onun mesleği, Tanrı Söz’ünü okumak, çalışmak ve Kutsal Yazıları öğrencilerine öğretmekti. Ama Luther sadece bir profesör değildi. Aynı zamanda Wittenberg adlı bir şehirde, vaizlik de yapıyordu. Yani burnu büyük teologlardan değildi. Halkın içinde ve onların yaşantısıyla bir aradaydı. Çoğu Pazar günleri vaaz verirdi. Kutsal Yazıları çalışmasıyla birlikte Aziz Augustin’in yazılarını da okumaya başladı. Kutsal Kitap’ta da elçi Pavlus’un Romalılar ve Galatyalılar kitapları üzerine yoğunlaştı. Belirli bir zaman sonunda sadece imanla aklanma konusunda fikir sahibi olmaya başladı. Bu görüşlere ve bu birikimlere bir anda değil; 4-5 yıllık çalışmanın sonucunda yaptı.

Biliyorsunuz, Aklanma hem Lutheranlar, hem de Reformistler için çok anahtar bir öğretidir.


Aklanma Nedir?

İçinde hissettiği huzursuzluk ve endişe yüzünden Luther, iyi işlerle Tanrı’yı hoşnut edemeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden de bir günahkarın, Kutsal bir Tanrı’yla nasıl doğru bir ilişki içersine girebileceği konusunda derin derin düşünmeye başladı. Luther için Aklanma Öğretisi çok büyük oranda ilk günahla ilişkiliydi. Onun için ilk günah (Özgün günah) konusunda iki şey çok önemliydi. Adem meyveyi alıp yediğinde iki şey oldu:

a) Meyveyi yemesiyle birlikte hem kendi üzerine;

b) Hem de kendisinden doğan bütün insanlık üzerine yasal bir suçluluk  getirdi. Bu yasal suçluluğun yanısıra, ahlaki bozukluk da geldi.

İşte Aklanma öğretisi de kişinin üzerine getirmiş olduğu bu yasal suçluluktan nasıl kurtulabileceği, bunu ortadan nasıl kaldırabileceği ile ilgilidir.

Tanrı ile doğru bir ilişkiye nasıl girebilirim? Yani özellikle benim yüreğim bozulmuşken, çürümüşken, Tanrı’yı hoşnut eden şeyi yapmak istemezken; doğru bir ilişki içersine nasıl girebilirim?

Bunun sonucunda Luther anladı ki, Aklanma ve Kurtuluş, kendi yapmış olduğu şeylerle değil, Tanrı’nın yapmış olduğu şeylerle ilgilidir. İşte bu öğretiler sonucunda Luther, “içine konma” kavramını buldu. Bu öğretiye göre, Mesih’in doğruluğu günahlıya, günahlının günahı ise Mesih’e aktarılır. Yani “İçine konur” Ve Luther şunu dedi: “Ben bu gerçeği fark ettiğimde; kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim.”

Luther’in kim olduğunu anlamak için, tüm bunları bilmek çok önemlidir.

Fark ettiyseniz, Martin Luther’in yaşadığı içsel çelişkilerinden bahsettim. Şimdi de Reformasyon hareketini başlatan çok önemli tarihsel bir olaya değinmek istiyorum:

Endüljans: Papa X. Leo Roma’daki aziz  Petrus katedralini tekrar inşa etmek istiyordu. Bu projeye maddi olarak destek bulmak için tüm Almanya üzerinde endüljans satılması için direktif verdi. Endüljans dedikleri bir kağıt parçasıydı. Papanın verdiği bu kağıt parçası yetkisiyle bir insanın, Araf denilen yerde geçirdiği zamanı ya tamamen ortadan kaldırılıyor; ya da azaltabiliyordu. Katolik öğretisinde Araf, acı verici bir yerdir. Öyle ki, kişiler işledikleri her bir günah için cezalarını çekerler. Katolik öğretisine göre, herkes de günahkar olduğundan, bundan şu anlam çıkmaktadır: hemen hemen herkesin bir zaman için Araf’a gideceklerine inanıyorlardı. 1000 ya da 2000 yıl. Bu da küçük günahkarlar için. Eğer para vererek bu endüljansı satın alabilseydiniz; Araf’ta geçireceğiniz zamanı azaltabilir ya da tamamen ortadan kaldırabilirdiniz. Bu nedenle de insanlar büyük bir istekle endüljansları satın aldılar.

Soru: Katolik öğretisindeki bu öğreti hala olduğu gibi devam ediyor mu?

Yanıt: Evet. Bu öğreti hiçbir zaman Katolikler arasında reddedilmedi.

Bir başka önder: Ama şimdi endüljanslar satılmıyor.

Konuşmacı: Belli durumlarda, belli konumlarda hala satılmaktadır. Ama Katolikler bundan bahsetmeyi fazla sevmiyorlar.

Tüm Ortaçağ boyunca kendi kişisel durumlarınız için endüljans alabiliyordunuz. Ama 1460 yılında çok olağandışı birşey oldu. Papa IV. Sixtus’un kararına göre artık herhangi bir kişi bir başka kişi adına da endüljans alabiliyordu. Bu o yıllarda yeni bir düşünceydi. Diyelim ki kişinin annesi ölmüşse, Araf’ta ise, onun için endüljans alabilecekti. Roma’daki aziz Petrus katedralini işte böyle inşa ettiler. X. Leo ve başka bir piskopos arkadaşı Tetzel adında bir kişiyi endüljans satması için tuttular. Şahşaalı yürüyüşler yaparak endüljans satmaya çalışırdı. Bu kişi şehire geldiğinde orkestralarla, müzik eşliğinde bayraklar sallanırdı. Böylece tüm dikkatler Tetzel üzerine çekilirdi ve o, vaaz verirdi. Bu kişinin verdiği bir vaazdan küçük bir parça okumak istiyorum:

“Ölmüş anne-babalarınızın sesini işitebiliyor musunuz? Onlar acı içinde bağırıyarlar: ‘Acı bana! Acı bana! Çok büyük cezalar çekiyoruz. Lütfen bizi kurtarın! ’ diye. Kulak verin! Anne-babalarınız bağırıyorlar.” Ve insanlar da büyük meblalarda paralar ödüyorlardı. Tetzel satış yaparken şu sözü söylüyordu: “ Torbaya atılan her para, cennetten çıkan canı gösterir. Bir para bir can” Tetzel  bu yolla çok açıkca insanları sömürüyordu.

Martin Luther, kendi kilisesinin de endüljans satın almaya giden kişilere doğru kaydığını gördü. Fakir insanlar bile, son kuruşlarıyla endüljans satın aldılar. Halkın çobanı olan Luther, kendi halkının iyiliği konusunda kaygılanmaya başladı. Bu konuda birşeyler yapmaya karar verdi. Hatırlarsanız o, aynı zamanda bir profesördü. Ve endüljans satışlarını çürüten  ve 95 tane karşıt görüş içeren Latince bir yazı yazdı. Bu yazının Latince yazılması çok önemli bir detaydı. O zamanın halkı Latince bilmiyordu. Böyle yapmasının sebebi, profesörler yani tüm eğitimli kişiler arasında bir tartışma başlatmaktı. Yazmış olduğu bu 95 maddeyi gidip, kilisenin kapısına çiviledi.

Daha sonra kendisinin bile özel olarak planlamadığı birşey oldu: Kim olduğu hakkında kesin fikrimiz olmayan bir kişi, bu 95 maddelik yazıyı alarak Almanca’ya çevirdi. Bunları alıp, çoğaltarak; tüm Almanya’ya dağıttılar. Ve bu dağıtım sonucunda Luther, birdenbire bir kahraman oldu. İnsanları sömüren bu kişilere kafa tutan tek kişi olarak gösterildi. Aniden halkı temsil eden bir kişi durumuna getirildi. Bu 95 madde kilisenin öğretisini reddetmiyordu. Bu aşamada Luther’in ilgilendiği şey, kilisenin öğretisi değil; kişilerin sömürülmesiydi. Bu yüzden asıl ilgilendiği kilise öğretisinde bulunan bir şeyin saptırılmasıydı. Luther bu olaydan sonra daha da cesaretlendi. İnsanlar ne öğrettiği konusunda gelip kendisine sorular soruyorlardı. İçinde bulunduğu Augustin manastırının liderleri bu durumdan biraz kaygılanmaya başladılar. Tüm bu olayların cereyan ettiği sırada Luther, sadece var olan kuralın saptırılmasının ötesine geçip, Kutsal Kitab’ın temel öğretileri üzerine düşünmeye başlar. Ör: Aklanma..1518 yılında kendi önderleri Heidelberg’e gelip kendi görüşlerini onlarla paylaşması için Luther’i çağırırlar. Şu ana kadar onu hiçkimse yanlış öğreti yayan bir kişi olarak nitelemiyordu. Sadece onun için “biraz alışılmışın dışında” diyorlardı. Ertesi yıl Leipzig’de çok ünlü bir münazaraya girer. Almanya’daki çok ünlü bir bilim adamı Johann (Yohan) Eck ile münazara yapar. Ve herkesin kafasında Eck, Luther’e sanki gününü gösterecek gibi bir düşünce hasıl oldu. Çünkü Eck, Ortaçağ bilginlerini, Luther’den çok, Luther ise, Kutsal Kitab’ı Eck’den çok daha fazla biliyordu. Çok açık olan Luther’e sahip olduğu gücü ve yetkiyi veren budur. Eck, tüm bu tartışma boyunca Luther’i çok radikal ya da beklenmeyen bir şeyi söylemesi  için kışkırtmaya çalışıyordu. Sonunda bunu başardı da....

Luther kızarak şöyle dedi: “Papa hata yapabilir.” .......Herkes bunun üzerine çok şaşırır. Luther, papanın ve kilise komitelerinin de hata yapabileceğini söylediğinde; başını birçok belalara sokmuş olur. Zira Luther için en üst yetki ne papa, ne de kilise komitesiydi. Onun için tek yetki Tanrı Söz’üydü. Eck, Luther’i öylesine kızdırdı ki, o daha sonra çok daha fazla çalışmalar yaptı, yazılar yazdı. Yazdığı her kitap, kiliseye karşı bir önceki yazdıklarından daha cüretkar; daha cesurdu.

1520 yılında hat safhaya gelen Luther, en sonunda papayı red ettiğini söyledi.Yazdığı ilk kitabın adı: “Hristiyan Asaletine İlişkin”    Bu kitapta kilisenin kendini yenileyemediğini, bu yüzden de Hristiyan asil ve liderlerinin kiliseye bu reformasyonu getirmeleri gerektiğini söyledi. Kutsal Kitab’ı yorumlayabilecek ve anlayabilecek olanların sadece papa ya da üst mertebedeki kişiler olmadığını söyledi. Bunu red etti. Aynı zamanda rahiplerin de bekar kalması gerektiğini söyleyen öğretiyi de kabul etmediğini vurguladı. İsteyen her rahip ya da manastıra kapanmış olan kişinin, bulunduğu yeri bırakıp çıkabileceğini  aktardı. Bu kitap  Katolik kilisesinde çok tepki uyandırdı ve çok kızdırdı. Ve bu ilk kitabın akabinde aldığı tepkilerden sonra, adı “Babil Tutsaklığı” olan daha cüretkar bir kitap daha yazdı.  Sanki bu kitabı yazmakla eline bir bıçak alarak, Katolik kilisesinin kalbine saplamış oldu. Bu sefer de Katolik kilisesinin yaptığı Rabbin Sofrası öğretisine saldırmıştı. Zira Rabbin sofrası öğretisi, Ortaçağ sonlarındaki Katolik kilisesinin çok merkezi bir öğretisiydi. Bu öğreti ile ilgili Roma Katolik kilisesinin 3 tane hatası vardı.

a) Katolik kilisesi 9. yy.’ın içinde normal insanların bu şaraptan içemeyeceğini; sadece ekmekten alabileceğini söylemeye başladılar. Luther:” Bu, Kutsal Kitab’a karşıdır. Herkes hem şaraptan, hem ekmekten alabilmelidir. ” dedi.

b) Katolik öğretisinde ekmek ve şarabın Rabbin Sofrasında o anda gerçekten İsa’nın kanına ve bedenine dönüştüğü öğretisi vardı. Luther bunu red etti. Bu dönüşüm öğretisine göre Katolik kilisesinde bu inanışa göre rahip ekmeği ve şarabı bereketleyip dua ettiğinde; elindeki ekmek ve şarap gerçekten hem İsa’nın bedeni, hem de kanı oluyordu. Her ne kadar İsa’nın bedeni ve kanı gibi tadı olmasa da; bu kişilere göre gerçekten hem beden hem kan oluyordu.

Luther bunun da Kutsal Kitab’a aykırı olduğunu söyleyerek, reddetti.

c) Ayin içinde kurban sunuş öğretileri vardı. Çünkü Katolik öğretisine göre, bu kişiler Rabbin Sofrasını her yapışlarında O’nun tekrar ve tekrar çarmıhta öldüğünü düşünüyorlardı. Luther yine bunun da Kutsal Kitab’a uygun olmadığını söyledi.

Luther 1520 yılının Haziran ayında Roma papalığı üzerine küçük bir kitap yazdı. Bu kitapta da papanın Mesih karşıtı olduğunu söyledi. Çok cesurca bir söz değil mi? Bu laftan sonra Luther’in aforoz edilmesine şaşırmamalı. Martin Luther’in aforoz edilmesi Mezmur 74:22. ayete dayandırılmıştı: “Kalk, ey Allah, kendi davanı gör; Akılsızın bütün gün sana sitem ettiğini an.” Kısacası Katolik kilisesi Luther’e “akılsız” diyor. Bu yaptığı şeyden tövbe etmesi için kendisine 60 gün süre tanındı. Yoksa, aforoz edilecekti. Aforoz edileceğini bildiren kağıdı alarak, çok büyük bir ateş yaktı. Bütün arkadaşlarını çağırdı. Herkesin gözü önünde bu kağıt parçasını ateşe atarak yaktı. Bu davranış papayı daha da kızdırdı. 1521 yılının Ocak ayında resmen aforoz edildi. Fakat sapkın öğreti yayan bir kişiyi aforoz eden kilisenin kendisi değil; o zamanlarda bunu yapan yerel hükümetti. Luther, kilise tarafından sapık öğreti yayan bir kişi olarak ilan edildikten sonra, onu bir mahkeme dahilinde yargılamak devletin görevi olmuştu. Bunun üzerine o zamanın Alman imparatoru olan V. Charles, cezasını çekmek üzere bir şehre çağırıldı. İmparator Luther’e bu davaya geldiği takdirde ceza vermeyeceğini, ve mahkeme sonucu ne olursa olsun onun hür bir kişi olarak çıkıp gideceğini söyledi. Zararsız bir kişi gözüyle bakılıyordu. Luther bunun üzerine katılacağını bildirdi.

Katılmaya karar vermesi cesurca bir davranıştı. Zira daha önce bir başka kişiye de aynı söz verilmiş ama bu kişi mahkeme sonunda yakılmıştı. Luther aslında bu şehre giderek çok büyük bir risk almış oluyordu. Luther bulunduğu şehirden mahkemenin bulunduğu şehire gidinceye dek, geçtiği tüm şehirlerde insanlar onu alkış yağmuruna tutuyorlardı. Halk arasında tanınan ve sevilen bir kişiydi. Yargılanacağı şehire geldiğinde ise kimse onu alkışlamamıştı. Halk Luther’i seviyor ve imparatora karşı büyük bir şüphe besliyorlardı. 17 Nisan 1521 yılında Luther papanın, prenslerin ve imparatorun önünde muhakeme edilmek üzere geldi. Saat 16’da muhakeme edilecekti. Traş olup, rahip giysisini giyerek mahkemeye gitti. Herkeste iyi bir izlenim bırakmak niyetindeydi. İmparator Luther’i 2 saat bekletti. Ne kadar heyecenlanabileceğini, rahatsız olabileceğini  bir düşünün! Sonunda onu çağırdıklarında hava kararmıştı. Saat 18’di. Odanın etrafında yanan meşaleler ortamı hem ısıtmış, hem de dumanlı bir görünüm vermişti. İspanyol askerleri odayı çepeçevre sarmışlardı. İmparatorun yanındaki insanlar Luther’i konuşturmaması gerektiğini ve onun bir şeytan olduğunu söylüyorlardı. Bunu, Luther ağzını açtığında imparatoru ikna edebileceğini düşündüklerinden istemiyorlardı. Luther bu büyük odanın tam ortasında durdu. Önünde imparatorun tahtı ve onun yanında Almanya’nın farklı bölgelerinin prensleri oturuyorlardı. Burada oturan kişiler güçlü kişilerdi. Luther’i yargılayacak olan savcılar Luther’i odanın ortasında karşılayarak; iki soru yönlendirirler: Aachen (Ekın) adında bir kişi köşedeki masayı göstererek şöyle der:

Aachen: Masanın üzerindeki kitaplar sizin mi?
Luther: Evet benim.
Aachen: Yazdığınız şeyleri reddedecek misiniz?         

O ana kadar cesur olan Luther korkar ve şöyle cevap verir:
Luther: Lütfen bunu düşünmek için bana 24 saat verin.

Ne kadar cesur olursa olsun hayatının tehlikede olduğunu gören her kim olursa olsun Luther gibi korkudan titrerdi.

İmparator Luther’in teklifini kabul ederek, 24 saat düşünmesi için ona bu zamanı tanımaya karar verir. Luther yaşadığı yere geri döner. Tüm gece boyunca Kutsal Yazıları okur, dua eder ve arkadaşlarıyla konuşur.

Bu süre zarfında mahkeme olduğu salon daha da kalabalıklaşmıştır. İmparator yine karanlık basıncaya kadar onu bekletir. Luther saat 18’de yine bu odaya getirilir. Savcı Aachen yine aynı soruyu yönlendirir:

Aachen: Bu yazıları reddedecek misiniz?

Luther bu soruya çok ünlü bir yanıt vermiştir.

Luther: Kutsal Kitab’ın Söz’üyle ikna olmadığım sürece tövbe edemem ve etmeyeceğim! Çünkü bir kişinin vicdanına karşı eylem içersinde olması, ne güvenli; ne de bilgecedir. İşte burada duruyorum. Başka hiçbirşey yapamam. Tanrı’m bana yardım etsin!

Ve bu sözün akabinde odada buluna İspanyol askerleri: "Ateşe atın! Ateşe atın!"  diye bağırmaya başlarlar.

Luther’in korkudan yüreği ağzına gelir. Fakat imparator sözünün eridir. Ve der ki: "Yaşadığın yere git ve bekle!"

Çok ilginçtir ki, bu imparator kendi adamlarını Luther’in yaşadığı yere göndererek; onun fikirlerini bir parça yumuşatma, geri çekme çabasını da göstermiştir. Ve Luther herşeye rağmen: "HAYIR!"  der.

Bunun üzerine imparator Luther’i 21 günlük bir koruma altına alır. Luther yargılandığı şehiri terk ederek yaşadığı yere döner. Havanın karardığı bir anda at arabasıyla giderken; beş atlı Luther’in arabasını durdurarak, onu dışarıya çıkarırlar. Onu bir ata bindirerek gecenin karanlığında gözden kaybolurlar. Herhalde Luther o anda hayatının sonunun geldiğini düşünüyordu.  Fakat daha sonra Luther’in prens Frederick tarafından kendi güvenliği için kaçırıldığı anlaşılır. Prense ait bir kaleye götürülür. 

Luther’e tanınan bu 21 günlük süre sonunda artık o yanlızca sapık öğreti yayan bir kişi olarak değil; aynı zamanda bir kaçak gibi başına ödül konulmuş bir kişi olarak da aranıyordu. Luther bu kalede yaklaşık bir yıl boyunca kaldı. Kimliğini değiştirdi. Sakal uzattı. Bir asker üniforması giyerek asker kılığına girdi. Fakat yaptıkları bundan ibaret değildi. Bu kalede yaşadığı süre zarfında, reformasyon hareketi için de çok önemli etkisi olan bir şey yaptı. İncil’i halkın dili olan Almanca’ya çevirdi. O ana dek hiçbir Alman, Tanrı Söz’ünü kendi dilinde ne okumuş; ne de duymuştu. Çünkü hepsi Latince idi. Yaptığı bu işin sonucunda artık kişilerin ellerinde kendilerinin anlayabileceği bir Kutsal Kitapları vardı. Reformasyon hareketinde bu olay çok önemlidir. Çünkü Kutsal Kitap artık halkın elinde vardı. Bu noktadan sonra reformasyon hareketi başlamış oldu.

Luther 1 yıl sonra yaşadığı şehire geri döndü ve insanları bu konuda yönlendirmeye başladı. Almanya’dan başlayarak, İskandinav ülkelerine yayıldı. 1555 yılında Lutheranlık yasal olarak kabul edildi.

Soru: Kutsal Kitab’ın Almancaya çevirilmesinden sonra, İskandinav ülkelerine yayılması nasıl gerçekleşti?
Yanıt
:
İki şey oldu. Bunlardan birincisi: Halk Kutsal Kitab’ı  kendi dilinde okuduğunda; bu Araf üzerine olan öğretinin, Kelam’a uygun olmadığını fark ettiler. Bundan sonra da birkaç Alman prensi Luther’i desteklemeye başladılar. Her ne kadar Luther’in kafasına ödül konmuş olsa da, imparator hiçbir zaman ona ulaşamadı. Zira hem prenslerin, hem de halkın bir bölümünün koruması altında idi. Bir üniversite bulunan bu şehirde Luther, liderler yetiştirmeye başladı. Kitaplar yazarak başka şehirlere de yolculuk yaptı. Çalışmalarını ilerletti. Tüm bunlar olurken alışılmamış bir şey gerçekleşir. Beklenen şey imparatorun ordusuyla gelip Luther’i tutuklamasıdır. Ama bu esnada I. Francis ile uğraşmak zorunda kalan imparator, Luther yerine onlarla savaşmak zorunda kalır. Luther’in en savunmasız kaldığı zamanda Tanrı tarihin akışını değiştirerek onu korumuştur. Böylece Luther’i idam etmek ya da hapse atmayı düşünecek zaman bile olmamıştır. Çok ilginç olan da şuydu. Siz Türkler de Luther’e yardım ettiniz. Ne olduğunu duymak istiyor musunuz?

1521 yılında Türkler Roma imparatorluğunun doğu sınırlarını, Fransızlar da batı sınırlarını işgal etmeye başlamışlardı. Böylece imparatorun onunla uğraşacak durumu yoktu. Yani sizler de böylece yardım etmiş oldunuz.

Luther öğretide ve aile hayatında da reformasyon yaptı. Martin Luher’den önce evlilik, kilise tarafından çok küçük görülen birşeydi. Çünkü düşünce şuydu: Eğer bir kişi gerçekten Tanrı’yı seviyorsa; evlenmez ve gidip bir manastıra üye olurdu. Fakat buna kaşılık şöyle dedi: ”Hayır, iyi bir Hristiyan aynı zamanda iyi bir baba ve iyi bir koca olabilir.” Bu söz başını çektiği teolojik reformasyon kadar büyük bir etki yaratmıştı. Kilisenin evlilik hakkındaki görüşlerini anlatabilmek için aziz Jerome’un bir sözünü iletmek istiyorum: Hayatın farklı kesimlerine ilişkin sayısal çokluklar vardır. Bu sayısal çoklukları kalite bakımından verdi. Şöle söyledi: “Bir bakire kendisinde yüzde yüz kalite bulundurur. Bir dul yüzde altmış, evli bir kişi ise yüzde otuz.” Yani bu düşünce yapısındaki bir kişi  için bakire kalmak yüz puan değerinde, dul olmak altmış, evli olmak ise sadece otuz puan değerindeydi.

Fakat Luther ise buna kaşılık evliliğin asil ve önemli birşey olduğunu söyledi. Kale içersinde bulunduğu zamanlarda İncil’i Almanca’ya çevirmekten  başka önemli  şeyler de yaptı. Manastır hayatı üzerine yazılmış olan kitapta, edilen yeminlerle ilgili bir kitap yazdı. Luther’in yazdığı bu kitaba göre bekarlık yemini etmiş olan bu kişiler yeminlerini bozarak evlenebilir diye yazıyordu. Bu kitap yakında olan bir manastıra ulaştı. Ve burada bulunan birçok kişi bunun olabileceğini söyledi. Rahibelerden birisi olan Katy Von Bora ile Luther 13 Haziran 1525’de evlendiler. Bu büyük bir skandal oldu. Çünkü sapık öğreti yaymakla suçlanan bir kişi, kaçak bir rahibe ile evlenmişti. Bu kişilerin batıl inançlarına göre, eğer bir rahip ile bir rahibe cinsel ilişkiye girerse; çocukları Mesih karşıtı olurmuş. Başlarının arkasında boynuzları, arkalarında yüzgeçleri bulunurmuş. Bu kişilerden çirkin bir yaratık doğarmış. Luther ilk oğlu doğduğunda onu dikkatlice inceledi. Ama oğlu çok sağlıklıydı. Hiçbir deformasyonu yoktu. Yani Mesih karşıtı falan da değildi.

Katolikler arasında geçen inanca göre, Luther’in Reformasyon hareketini başlatmasının tek sebebi şuydu: İçindeki şehvet duygusunu bastıramamış olması ve bekarlık yeminini bozmak için bir bahane yaratmasıydı. Luther’in evliliği yanlızca Katolikler için değil; kendi arkadaşları için de bir şoktu. En yakın arkadaşlarından biri olan Philip Melanchthon da aynı düşüncedeydi. Bu evliliğin onu bağlayacağını ve bir hata yaptığını düşünüyordu. Kendisini tam anlamıyla Reformasyona veremeyeceğini söylüyordu. Arkadaşlarının itirazlarına rağmen Luther yine de evlendi. Luther sırf sevgi için evlenmemişti. Bu aslında bir ilke sorunuydu. Bu ilke sorunu da şuydu: Bir erkeğin hem evli olup, aynı zamanda da Tanrı’ya hizmet edebileceğini göstermek istiyordu. Luther’in eşi ile olan ilişkisinden bahsetmek istiyorum:

Katy, küçük bir kızken, yakınlarında bulunan rahibe manastırına verilmişti. Luther’in yazmış olduğu kitabı okuduğunda doğru olduğuna kanaat getirdi. Bu kitabı okuyan 12  rahibe de doğruluğuna inandı ve  kaçmak için planlar yapmaya başladılar. Kasabalarında balıkcılık yapan bir kişiden yardım istediler. Bu balıkcı manastıra 12 tane büyük varil getirdi. Ve aynı gece 12 varil dolusu rahibe ile orayı terk etti. Peki bu rahibeler nereye gideceklerdi?

Önce Luther’e gittiler. Zira ettikleri yemini tutmamalarını söyleyen kendisiydi. Luther’den kendilerini evlendirmesini istediler. Luther bir kişi dışında diğer 11 rahibeyi evlendirmekte başarılı oldu. Evlendiremediği eşi olan Katy idi. Onun genç bir adamla evlenmesini istedi. Her ikisi de birbirlerinden hoşlanmışlardı. Fakat erkeğin ailesi oğullarının kaçak bir rahibe ile evlenmesini uygun görmediler. Bu yüzden de Katy evlenmekten kaçtı. Bu kez de Luther yaşlı doktor Glad ile evlendirmeye kalktı. Bu adam çok yaşlı, Katy ise çok gençti. Onunla da evlenmeyi red etti. Çok güçlü bir karakteri vardı. Luther’e “bu kişi neden sen olmayasın?” diye sordu. Güçlü bir karaktere sahip olan bu rahibe karşısında Luther afallamıştı. Her dediğini yaptıran bir kişi olduğunu düşünüyordu. Ama kendisi bir kişinin hem evlenip, hem de Tanrı’ya hizmet edebileceğini papaya göstermek istiyordu. Ve böylece Luther Katy Von Bora’ya acıyıp, onunla evlendi. Her ne kadar evliliğe karar verdiyse de; bir arkadaşına yazdığı mektubunda: “Bu bayana karşı hiçbir şekilde yanıp-tutuşan cinsten bir sevgi ya da aşk hissetmiyorum. Fakat ona çok değer veriyorum. “ Yani Katy ile evliliğinde bir aşk değil; ama sorumluluk hissettiğini ve acıma hissinin baskın geldiğini görüyoruz. Sonunda çok harika bir evlilik oldu. Luther ve Katy’nin 6 çocukları oldu. Onlarla ilgili birçok hikaye kulaktan kulağa dolaşmıştır. Çocuklar ortalıkta koşuşurken, Luther’in kitap yazmakta ya da Kutsal Kitap çalışmakta ne kadar zorlandığı; Katy’nin ise sorumluluklarını yerine getirmeyen Luther’i azarladığına dair hikayeler duyulmuştur. Ama tüm bunlara rağmen çok zevkli bir evlilikleri oldu. Yolculuğa çıktığı zamanlarda eşine mektuplar yazardı. Bazen mektuplarına “domuz çiftliğinin kraliçesi” diye başlıyordu. Çünkü yemek için domuz yetiştiriyorlardı. Aralarında çok ince şakalaşmalar vardı. Tüm bunlarla birlikte Luther, eşine olan sevgisini anlatmakta çok nazikce bir yaklaşım sergilerdi. Bu derin sevgisini anlatabilmek için birkaç mektubundan alıntı yapmak istiyorum:

“Tüm Fransa’yı verseler bile, eşim Katy’yi vermezdim. Çünkü Tanrı beni ona, onu da bana verdi. “

“Katy’mi çok seviyorum. Evet onu o kadar çok seviyorum ki, kendimden bile çok. “

“Katy! Kocan (kendisi için) sana o kadar bağlı ki! Sen bir imparatoriçesin!”

İlşkileri hakkında birçok komik hikayeler anlatılır. İşte bir tanesi:

Luther para ile ilgili konuları hiç umursamazdı. Zenginlik, para onu hiç ilgilendirmiyordu. Bu konuda kötü bir ünü vardı. Her zaman masraflar ve faturalarla ilgilenen eşiydi. Evlendiklerinde Luther’in arkadaşı prens Frederick, bir çift gümüş şamdan vermişti. O kadar güzeldiler ki, Katy herşeyden çok bu şamdana değer vermeye başlamıştı. Birgün bir dilenci gelir ve kapıyı çalarak:

Dilenci: Dr. Luther karnım çok aç, bana yiyecek birşey verebilir misiniz?
Luther: Evde hiç yiyecek yok ama şu şamdanları sana verebilirim.

Ve şamdanları dilenciye verir. Katy küplere biner.

Luther’in kendi biralarını yapabilecek gereçleri vardı. Çok iyi bir bahçıvandı. 30 kişilik öğrenci grubunu evde yetiştiriyorlardı. Katy çok iyi bir ev sahibiydi.

Luther’in ailesi ile ilgili düşüncelerinden birkaç alıntı yapmak istiyorum:

“Bazı evlilikler sadece şehvet duygusundan ileri gelir. Fakat bu şehvet pireler ve diğer küçük yaratıklar arasında bile seyredilir. Ne zaman birbirimize hizmet etmeyi arzular ve bunu yaparsak, o zaman sevgi başlar.”

Çocuklar için söylenen bir başka sözü:

“Çocukları sevmeyen insanlar domuzdurlar. Domuz ve aptaldırlar. Erkek ve kadın denmeye layık değildirler. Çünkü Tanrı’nın bereketini hor görürler.”

Luther’in yaşamına baktığımızda her ne kadar sorumsuzluk gösterse de; çok iyi bir baba ve iyi bir eşti. Luther’in oğluna yazdığı çok müşvik ve teşvik edici mektupları, onu Kutsal Kitab’ı okumaya yönlendirmiştir.

Son bir hikaye ile bitirmek istiyorum:

16. yy.’da Almanya’da bir adam mirasıyla ilgili vasiyetini bildirdiğinde, bu mirası uygulamaya geçirecek bir başka erkek ismi vermek zorundaydı. Fakat yine Luther bu kuralları da alt ederek, bu sorumluluğu eşine verdi. Martin Luther’in bu davranışı, eşine olan saygısının emaresiydi. Zira eşi bu konuda tanıdığı birçok erkekten daha büyük bir yeteneğe sahipti.

Bu ana kadar olan konuşmalardan anlamanızı istediğim iki şey var:

1) Martin Luther Reformasyonu hem öğreti olarak; hem de Kutsal Kitap olarak yönlendirmiştir. Çünkü bu iki şey bizler için çok önemlidir.

2) Ailenin ve evliliğin yüceltilmesidir.

Eğer Luther’in bu iki önemli Reformasyon hareketin başını çektiğini bilmezsek, gerçekten bu kişiyi olduğu gibi algılayamayacağız.


Luther ve Lutheranlıkla ilgili konuya devam etmek istiyorum:

Aslında Luther’in kendisiyle, başlattığı akım arasında bazı farklar var. Bu kilise tarihinin çok üzücü gerçeğidir. Bazen belli akımları başlatan kişiler daha sonra bu akımın içindeki kişiler ya da oluşumlar tarafından reddedilirler ya da ihanete uğrarlar. Bunu bir pastör olarak söylemek istiyorum, konuşmacı olarak değil. Zaman içersinde gerçeği yumuşatmadan, ya da gerçeği başka bir tarafa yönlendirmeden; gerçek olan öğretiye bağlı kalmak çok önemlidir. Şu anda olduğu kadar, gelecekte de gerçeğe sıkı sıkıya bağlanmalısınız. Bu gerçek ne yazık ki, Luther’in korunmasını istediği kadar korunamadı. Luther, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Philip Melanchthon adında bir kişiyle irtibatta idi. Bu kişiyi tanımak hem Luther’i, hem de onu izleyen kişileri anlamada çok önemlidir. Melanchthon adeta bir tür bulmaca gibiydi. Aslında Protestanlık akımının ilk sistematik teoloji öğretmeniydi. Bu kişi ilk sistematik teoloji kitabını yazdı. Kitabın ismi ” Loci Commones”. Ama Luther hiç de sistematik bir kişi değildi. çoğu zaman yüreğinden konuşan bir kişi idi. Aslında Luther’in, Melanchthon gibi düşüncelerini alıp, sistematik ve düzenlenmiş bir biçimde sunabilecek birisine ihtiyacı vardı. Luther, Melanchthon’u bir oğul gibi sevmişti. Luther onun için Kutsal Kitab’ın dışında dünyada gördüğü en iyi teolog olduğunu söylemişti. Bu yüzden Luther, Melanchthon’u kendi adına birçok toplantılara gönderirdi. Bildiğiniz gibi başına ödül konulduğundan; özgür değildi. her zaman dışarı çıkamıyordu. Ünlü Augsburg konferansına giderek; Augsburg İnanç Açıklamasını burada Melanchthon yazmıştır. Bu da Protestanlığın, ilk İnanç Açıklaması olarak geçmektedir.

İşte bu yüzden Philip Melanchthon, 28 yıl Luther’in  iyi bir iş arkadaşı ve dostuydu. Hatta bazıları bu kişiyi Luther’in sağ kolu olarak nitelerler. Fakat aynı zamanda bu kişi bir hain olarak da nitelenmektedir. Bunun birkaç sebebi vardır.

Martin Luther öldükten sonra kendi yaşadığı şehirdeki (Wittenberg) ünivesitedeki ders programını değiştiriyor. Bu üniversitenin dersleri daha önce çok Augustinci, humanist ilkelere dayanırken; Melanchthon gelip Aristo mantığının öğretilerine dayandırıyor. Şayet Luther hayatta olsaydı, böyle birşeye onay vermezdi.  Bazen Melanchthon Katoliklerle sanki aynı fikirde olmakla ya da bazı şeyleri sırf onlarla uyuşmak için kabul etmiş olmakla suçlanıyor. Aslında Luther’in son zamanlarda yaşadığı çok ilginç olaylar var. Bu iki olay da Melanchthon üzerinde gelişiyor.

Soru: Bu suçlamalar acaba Luther öldükten sonra mı yapıldı?

Yanıt: Kimi suçlamalar Luther’in ölmeden önceki dönemlerinde, kimisi de ölümünden sonra yapılmıştır. Hala bugün bile bazı şeyler için sorumlu tutulmaktadır. Bu konu aslında bir kilisede iyi ve sağlam liderliğin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.

Ör: Pastörünüz birçok kişinin gelerek sizlere seminer verebilmelerini sağlıyor. Bu kilisede önderler yetiştiriyor. Bunun gelecek için çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Konumuza devam edersek;

1541 yılında Katolikler ve Protestanlar arasında çok önemli bir toplantı gerçekleşir. (Almanya’da) Luther kendi adına yine bu toplantıya Melanchthon’u göndermişti. Hatta Luther’in yaşamının büyük bölümünde bile, Protestanlar ve Katolikler arasında bir anlaşma yolu bulabilmek için hep bir çaba vardı. Luther çok ilginç birisiydi. Belki Katolikler bu önemli öğretiler (ör: aklanma gibi) hususunda fikirlerini değiştirirler diye umud ederek; her seferinde toplantılara gidiyordu.

Aslında 16. yy.’da Katoliklerin ve Protestanların yaptıkları toplantıda çok ilginç birşey oldu. İlk olarak bu iki grup arasında “aklanma öğretisi” hakkında bir anlaşma sağlandı. Ama bu anlaşma tam olarak Luther’in öğretisini yansıtmıyordu. Anlaşmaya varabilmek için sanki bu öğretinin bazı temellerinden ödün verilmişti. Biraz Katolikti ve biraz Protestandı. Bu anlaşmanın arkasında olan kişilerin en önemlilerinden birisi de Melanchthon’du. Bu anlaşma sonunda yazıya dökülen öğretiyi Luther’e getirdiğinde; bunu reddetti. Çünkü onun için bu öğreti çok fazla Katolikti. Aslında papa da bu öğretiyi gördüğünde çok fazla Protestanca bulduğundan; o da kabul etmedi. Böylece bu konferans büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Melanchthon’un bu davranışlarına karşın Luther yine de onu sevmeye devam etti. Melanchton bir bulmaca gibi gibiydi. Geriye dönüp baktığımızda, Luther’in Melanchthon’a neden bu kadar  müsamahakar davrandığı da biraz muamma gibi. Bana göre, bu kişiyi bir oğul gibi sevmesi ve kolayca bırakmak istememesinden kaynaklanmakta.

Şimdi biraz Philip Melanchthon’un eğitimine bakalım:

Melanchthon 1518 yılında (bu 95 maddenin kilise kapısına çivilenmesinden 1 yıl sonra) Wittenberg üniversitesine gelir. 21 yaşında olmasına rağmen, tüm Avrupa’da bulunan en iyi bilim adamalarından biri olarak kabul edilir. 17 yaşında Tubingen üniversitesinde master’ını tamamlamış, daha sonra da kitaplar yazmaya başlamamıştı. 21 yaşında Grekçe bir ders kitabı yazdı ve uzun yıllar boyunca standart bir kitap olarak kabul görüp, okutuldu. Dahi bir çocuktu. Küçük denilebilecek bir yaşta (21) Wittenberg üniversitesinde Grekce profesörü olarak çalışıyordu. Aslında Luther ile Melanchthon’un ilişkisinin bir başka boyutu da şundan kaynaklanıyordu: Melanchthon Luther’e Grekçe öğretmişti. Luther’in düşüncelerini ve teolojisini düzenlemesinde de yardımcı olmuştu. Öyle ki; insanlar bunları daha kolay anlayabilsinler. Melanchthon, Luther’e sanki Mesih’in bir elçisiymiş gibi bakıyordu.

Melanchthon, üniversiteye geldiğinde bir Lutheran değildi. Ama kısa bir süre sonra bu akıma katıldı. Luther’e saygı duyan ve destekleyen bir kişi oldu. Kutsal Kitap dersleri vermeye başladı. Bu iki değerli kişiye ait bir hikaye var. Bu hikayeden de Luther’in Melanchthon’u ne kadar çok sevdiğini ve ne denli saygı gösterdiğini anlamak mümkün oluyor.

Melanchton, Pavlus’un 1. Korintliler’e yazdığı mektupla ilgili ders veriyordu. Luther de bu derslerin ne kadar harika olduğunu duymuştu.  Dersler bittiğinde öğrencilerden bu notları istedi. Melanchthon’dan habersiz Luther, bu notları alarak bir kitap olarak yayınladı. Melanchthon ise buna itiraz etti. Luther: “Umurumda bile değil. Bunlar o kadar iyi ki, herkese dağıtmalıyız.” dedi. Luther bunu üç kez daha tekrarladı.

Tüm bu hikayeler Luther’in ne kadar değer verdiğinin ve saygı duyduğunun resmidir. Aslında Melanchthon da küçük yaşta iken Luther’in öğretisine bağlı kalmıştı. Melanchthon’un yazdığı İnanç Bildirgesini okuduğumuzda, Luther’in öğrretilerine ne kadar benzer olduğunu fark etmemek mümkün değildir. Fakat onun yazdıkları, Luther’in yazdığının bir kopyasıydı, kendisi değildi.

Melanchthon büyüdükce, teoloji konusunda kendi vurgulamak istediklerini keşfetti. Teolojik olarak üzerinde durduğu noktalar, Luther’in üzerinde durduğu noktalarla aynı değildi. Wittinberg üniversitesindeki öğrenciler bir süre sonra Luther’e gelerek: “Bak! Melanchton bir kitap yazdı. İçinde birtakım şüpheli sözler geçiyor.” Luther bunların hiçbirini dinlemiyordu.

Sebebi, onu bir oğul gibi sevmesinden kaynaklanıyordu. O ne yaparsa yapsın, hiçbir zaman kendisini reddetmiyecekti. Belki bu konuda Luther biraz daha akıllı olabilirdi. Çünkü 1546 yılında Luther öldüğünde, Melanchthon bu öğretiden daha fazla sapmaya başlar. Luther hayatta iken, Melanchthon bir anlamda kısıtlanıyor ve düşüncelerini açığa vurup, istediği yöne gidemiyordu.

Luther öldükten sonra, Melanchthon teolojik konular hakkında olan birkaç düşüncesini yazıya geçirdi ve bunların açıkca Luther’in öğretileri ile aynı olmadığı görülür. Ama belirtmek gerekirse bu yazdığı öğretiler, kendisinin daha önce yazmış olduğu öğretilerden de farklıydı. Luther’in ölümünden sonra iki grup Lutheranlar ortaya çıkar. Bunlardan bir tanesi, Luther’in öğretilerini çok katı bir şekilde hiç değiştirmeden çoğaltıp, katı Lutheranlardı. İkinci grup ise Philip’ciler diyebileceğimiz gruptu. (Bu ayrım resmi bir ayrım değil, sadece farklı öğretilerin vurgulanması ile beliren bir ayrımdı.)

Melanchthon’un öğretisinin değişmesinden sonraki haliyle, Luther’in öğretileri arasındaki değişiklerde 4 ana fark göze çarpıyordu.

1)Önceden belirlenmişlik: Bugün birçok Lutheranlar aslında bu farkı bilmiyor ama Luther çok katı bir şekilde önceden belirlenmişliği öğretmişti.  Luther şunu savunuyordu: “Daha dünyanın başlangıcından önce Tanrı bazı insanları, Kendisine oğul olmaları için üzerlerine sevgisini koymuştu. Onları sevmişti.”

Kısa bir kişisel hikaye anlatmak istiyorum:

Küçük kardeşim bir Lutheran kızla evlendi. Onlar henüz nişanlı iken bir akşam kardeşimle birlikte kızın ailesinin evine yemek yemek için gittik. Kızın babasına  Luther’in önceden belirlenmişlik hususundaki görüşünü bilip-bilmediğini sordum. Babası benim bir deli olduğumu, Luther’in böyle bir şeye inanmadığını söyledi. Bense Luther’in “İradenin Tutsaklığı” adlı kitabını ve daha birçok kitaplarını okuduğumu, kendisinin bu düşüncesini çok çarpıcı bir şekilde belirttiğini söyledim. Amerika’da olan birçok Lutheran, onun bu “önceden belirlenmişlik” öğretisine inandığını bilmiyorlardı.

Bu nedenle Melanchthon’un Luther’den ayrılmasını sağlayan en temel öğretilerden bir tanesi idi.

2)Yanlızca İmanla Aklanma: Bu da birçoğunu şaşırtmaktadır. Çünkü Luther öldükten sonra Melanchthon, onun bu konudaki öğretisi üzerinde bile değişiklik yapıp; oynadı. Melanchthon, kişinin inancına göre insan kurtuluş işinde Tanrı ile ortak çalışır. Bu da Luther’in öğretisinden çok farklıdır. Çünkü Luther’e göre aklanma, kutsallaştırılma öğretisinden çok farklıydı. Fakat Melanchthon yaşça büyüdükce, bu iki öğretiyi bir yaptı. Bazı insanların Melanchthon’a neden hain dediklerini belki anlayabiliriz.

3) Melanchthon Rabbin Sofrası konusunda, Calvin’in görüşlerini benimsiyordu. (Bu konuda farklı düşünmesinden  ben şahsım adına aslında memnunum) Yani bu Sofrayı oluşturan öğelerde Mesih’in ruhsal varlığını benimsiyordu. Luther’e göre de, Rabbin Sofrası esnasında Rab İsa fiziksel anlamda orada bulunuyordu. Melanchthon bu görüşü red etti ve Ruhsal bir varlık olduğunu söyledi.

4) Martin Luther’in ölümünden itibaren (1546) Almanya’da ortam çok bozuldu. O zamanlarda Almanya 300’ü aşkın yerel yönetimlerden oluşmaktaydı. Bu eyaletlerin prensleri (katı) Lutheran olmuş kişilerdi. Bu prensler Katolik öğretisinden gelebilecek olan herhangi bir tehlikeye karşı kendi aralarında bir birlik oluşturmuşlardı. Luther öldükten sonra, karşısında muhakeme olduğu V. Charles çok sürpriz bir saldırıyla, birlik kurmuş prenslere karşı atağa geçer. Bu savaşın ismi: “Smalcald” idi. V. Charles ve Katolikler bu savaşı kazandılar. Aslında şaşılacak olan şey de şuydu: Lutheran prenslerden biri, diğerlerini ele vermiş olabilirdi. Prens Philip’in iki eşi vardı. Bu konuyla ilgili başı derde girmişti. Zira bu Almanya’da yasa dışı birşeydi. V. Charles bu prense gidip şöyle dedi: “Ya kendi makamından inersin; ya da savaş sırasında diğer prenslere yardıma gitmezsin.” Bu savaş sonrasında Katolikler kısa sürede zafer kazanıp; tüm Almanya üzerine hükmettiler. İmparator bu savaştan sonra Lutheranlarla bir nevi dini bir anlaşma yapmaya çalıştı. Bütün Lutheranların Katolik tarzında tapınmalarında ısrar etti. Fakat aynı zamanda Lutheran din görevlilerinin evli kalmalarına da izin verdi. V. Charles daha bu anlaşmayı yaptığında, Trent Konseyinden resmi bir karar çıkmasını bekliyordu. Ve bu karar çıkana kadar, kendisi Lutheranlarla geçici bir anlaşma yapmıştı. İşte Melanchthon konusunda en büyük sorun şuradaydı: Kan akıtılmasını durdurmak için papanın isteğine destek çıkması ve bütün Lutheranlara yüreklerinde bir Lutheran olarak kalmakla beraber, Katolik olarak tapınmalarını söylemesi......Melanchthon’a bu nedenle “işbirlikci” denir. Melanchthon’un, Lutheranların amacını bu şekilde satmasıyla, aralarındaki farlıklıklar daha da büyür.

Fakat Katoliklerin kazandığı bu zafer çok uzun sürmez. Bütün Lutheran prensler bir araya gelerek karşı saldırıya geçerler. Savaş başlar. Bu savaş öylesine ilerlemiştir ki; V. Charles savaşmaktan yorulur ve “savaşmayı bırakıyorum!” der. V. Charles çok ilginç bir kişidir. Çünkü imparatorluktan hiçkimse kendi isteğiyle çekilmemiştir. Artık o kadar yorulmuştu ki; savaşı bırakmış, imparatorlukan vaz geçmiş ve bütün hayatı boyunca huzurlu yaşayabilsin diye kendisini bir manastıra kapatmıştı.

Bu savaş 1555 yılına kadar devam etti. Bu savaşın sonunda Katoliklerle Lutheranlar, resmi bir anlaşmaya vardılar. Tarihte ilk olarak Katolikler, Lutheranların yasal bir din olabilmesi konusunda izin verdiler.

Soru: İlk Protestanlık Lutheranlıktır diyebilir miyiz?
Yanıt: Evet!
Sorunun devamı: İlk Protestan adı ne zaman kullanıldı?           
Yanıt: Lutheran ismi, kişilerin onun öğretilerini takip etmelerinden dolayı verilmişti. Protestanlık kelimesinin kullanıldığı ilk tarih 1526 yılıydı. Bu kelimenin çıkış yeri ise prenslerin Katolik kilisesini protesto etmeleri sonucunda verilmişti. Daha sonra bu terimin anlamı genişleyerek; hem Lutherancıları, hem de Reformcuları kapsamıştı. İlk Protestanlar Lutheranlardı.

Soru: İngiltere’de yapılan Reformasyon hareketinin hangi zaman aralığında olduğuna dair bir açıklama yapar mısınız?

Yanıt: Aslında İngiltere’de yapılan Reformasyon, Reformasyonun 3. hareketini oluşturmaktadır. Ki bunların birincisi Lutheranlar, (1517 yılı ve sonrasında) ikincisi Reform Hareketi, (ki Calvin’i kapsar: 1530’lu yılların sonlarında başlar) üçüncüsü de (1547) İngiltere’de olandı. Üçüncü Reform hareketi 1540’lı yılların sonunda başlamış olmasına rağmen; daha sonra durur. Kraliçe Mery 5 yıl boyunca Katolikliğe geri dönmüştür. Böylece de Reform hareketinin ilerlemesi yavaşlar. Bir dizi savaş sonrasında Katolikler ve Protestanlar 1555 yılında bir anlaşmaya varırlar. Bu anlaşmaya göre, (300 ayrı eyaletten daha önce bahsetmiştik) bu bölgede hüküm süren kişinin dini uyarınca tapınılacaktı. Yani yöneten prens Katolikse halk o inanca göre, Lutheransa da Lutheran öğretisine göre tapınılacaktı.

Yani 1517 yılından itibaren başlayan mücadeleler sonucu 1555 yılında Lutheranlık artık Almanya’da resmi bir din olarak kabul edildi. Ve verilen bu uzun mücadele kazanılmış oldu. Her ne kadar kadar Katoliklerle yapılan bu savaşı kazanmış olsalar da, mücadele vermeleri gereken bir başka şey daha vardı. Bu da kendi içlerindeki savaştı. Yani burada artık katı Lutherciler ile Philip’cilerle güçlü bir ayrımcılığa girmişlerdi. Bu iki gruplaşmayı 1577 yılına kadar çözümleyememişlerdi. Bunun adı da: “Concord Çözümü” idi. Bu önerilen çözümde Luteranlık artık tamamen tanımlanmıştı. Concord Çözümü diye ortaya çıkan anlaşma sanki, her iki tarafın da biraz kendinden ödün vererek ulaştığı bir anlaşma idi.

Ödün verilen inançlardan  bir tanesi önceden belirlenmişlik öğretisi idi. Bu anlaşmada önceden belirlenmişlik inancı, kesinlikle Lutherinkine benzemiyordu. Çok yumuşatılmış ve zayıf bir önceden belirlenmişlik’di.

Kısacası tüm bu söylediklerimiz Luther ve Lutheranlıkla ilgili gelişime dair olan gerçeklerdir. Ve Luther’in bu hareketi nasıl onaylamadığını gösteriyor.

Soru: Peki bugünkü Lutheranların Kurtuluşlarına ilişkin öğretileri nasıl? Hala Tanrı’nın Lütfuna herhangi birşey eklemeleri gerektiğine mi inanıyorlar?
Yanıt: Korkarım  ki bir anlamda evet. Çoğu modern Amerikalı Lutheranlar, kurtuluşlarına  kendi güçleri ile birşeyler eklemeleri gerektiği inancını taşıyorlar. Fakat buna rağmen çok küçük bir grup da olsa, Luther’in öğretisine bağlı kalanlar var.

Soru: Avrupadaki durum nedir?
Yanıt: Avrupa’da Lutheranlık bir devlet dini haline gelmiştir. Çok az Müjdesel Lutheranlar bulunmaktadır. Aslında Avrupa Hristiyanlığı çok geride bırakmış bir bölgedir. Çünkü Avrupa’nın büyük bir kısmı düzenli olarak kiliseye gitmemektedir. Her ne kadar Alman devleti ile Lutheran kilise  arasında bir alaka bulunsa da; bu küçük kilisenin öğretisi ile Luther’in öğretisi ile kesinlikle bağdaşmıyor.


Soru: Avrupadaki Lutheranizmden bahsederken, devlet dini demekle neyi kasdettiğinizi açıklar mısınız?
Yanıt: Ör: İngiltere’de devletin (yönetimin) bir kilisesi vardır. Bu Anglikandır. Bu kilisenin vaizinin maaşını devletin kendisi öder. Bir kilisenin vaizinin kim olacağı konusunda da yine devlet söz sahibidir. Bir başka örnek: Amerika’da, devletle kilise arasında kesin bir ayrılık vardır. Ama bu Avrupa için geçerli değildir. Bence kilise ile devletin birleşmemesi gerekir. Çünkü  böyle bir birleşim meydana geldiğinde devletin baskısı, kilise üzerinde fazlalaşır. Böylece de kilisenin canlılığı yok olur. Bence Avrupa bu konu nedeniyle çok fazla acılara maruz kaldı.

Sorunun devamı: Luther’in bu konuda bir fikri var mıydı? Var ise bu  fikri neydi? (Yani devletin bir dini olması konusunda)
Yanıt: Aslında evet vardı. Kilise ve devletle aralarında bir ilişki olması konusunu güçlü bir şekilde desteklemişti. Çünkü Lutheranlığın ilk başlama şekli, bazı prenslerin bu inancı kabuluyle başladı. Bu prensler de bulundukları yönetimin başı idiler. İşte bu prenslerin tekrar Lutheranlığı benimsemesi ile, kendi yönetimleri altında bulunan halkı da bunu benimsemiş ve böylece Lutheranlık tüm İskandinav ülkeleri arasına yayılmıştı.

Soru: Luther hakkında bir iddia vardı: prenslerle fikir birliğine girerek, köylülerin öldürülme olayında onları desteklediği söyleniyordu. Bu sizce doğru mu?
Yanıt: Evet doğru. Ama buna biraz açıklama getirmem gerekir. Bu çok önemli bir sorudur. 1524’lü yıllarda tüm Almanya’da köylülerde büyük bir toplu ayaklanma söz konusuydu. Aslında Almanya’da kurulu olan düzen çok zayıf ve yarar getirmeyen bir düzendi. Bu köylüler tarla sahiplerine çalışırlar ve bütün yetiştirilen ürünleri tarla sahipleri toplardı. Bunun karşılığında da tarla sahibinden koruma alırlardı. Ürünlerden sadece kendisine yetecek olan kısmını kendisinde tutar; diğer kısmını tarla sahibine verirdi.

Luther’in zamanında hiç şüphe yok ki arsa sahipleri çalıştırdıkları köylülere karşı çok katıydılar ve kötü davranıyorlardı. 1524 yılında Luther arsa sahiplerinin köylülere karşı yapmış oldukları bu haksız davranışlarına karşı durarak, köylülere destek vererek bir anlamda yönlendirmeye çalıştı. Luther: “her ne kadar tarla sahipleri size haksız davranıyorlarsa da, Mesih sizlere diğer yanağınızı dönmemenizi, ve işverenlerinize karşı silahlanmamanızı söylüyor. “ der. Bu yüzden de 1524 yılında yazdığı kitapta prenslere, köylülere daha adil daranmaları gerektiğini söylediğinde, aynı zamanda da köylülere de prenslere ya da tarla sahiplerine karşı gelmemeleri gerektiğini söylemişti. Köylüler Luther’i dinlemeyip karşı saldırıya geçerek, birçok kişiyi öldürdüler. Bunun üzerine Luther başka bir kitap yazdı. Herkesi, başkaldıran her tür köylüyü öldürmeye teşvik etti. Bunun sebeplerinden biri: Luther’in sözlerini dinlememiş olmaları, ikincisi de: Kutsal Kitap öğretisini göz ardı etmiş olmaları idi.

Her ne kadar daha önceden köylüleri desteklemiş olsa da, bu davranışlarından ötürü fikrini değiştirerek prenslerin tarafına geçerek böyle bir görüş savundu. Aslında burada birşey daha eklemeliyim:

Köylüler yakalandıktan ve bazıları öldürüldükten sonra Luther, tüm dikkatini arsa sahiplerinin disipline edilmesine verdi. Çünkü sanki çok  gaddarca davranmışlardı. Bu aslında çok karmaşık bir soru. Zira Kutsal Kitap bizlere düşmanlarımız bize saldırdığında diğer yanağımızı döndürmemiz gerektiğini ve hiçbir şekilde bize saldıran birine karşı silahlanmamamız gerektiğini söyler. Luther: “birisi size saldırıyorsa bile, hiçbir şekilde silahlanmamalısınız.” der. Ama unutmayalım ki Luther de kesinlikle mükemmel bir insan değildi.

Soru: Reform hareketinin görüşlerinin 1., 2. ve 3. yy. ile ilişkisi nasıldı? Birbirlerinden kaynak olarak bu görüşlerden yararlandılar mı? Zira Reform hareketine inanmayan bazı kitaplar şöyle diyor: “3-5 adam bir araya gelerek, merak ettikleri sorulara cevap aradılar ve bu öğretişler böyle ortaya  çıktı.” Bu kadar basit değil elbette.
Yanıt: Luther’in ana amacı 1. yy. kilisesinin aynı şekilde bir kopyasını ortaya koymak değildi. Kendi içinde bulunduğu yüzyıla uyacak, yer edinebilecek bir kilise ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Aslında 1. yy. kilisesi ile; Luther’in içinde bulunduğu yy.’daki kilise arasında çok büyük farklılıklar var. 1. yy.’daki kilise bir birlik olarak yaşıyorlardı. Fakat bunun 16. yy.’a uymayacağını düşünerek daha farklı bir model benimsedi.


2. Reform Kilisesi:

Reform kilisesi ile Lutheran kilisesi arasında gerçekten büyük farklılıklar bulunmaktadır. Ör: Lutheranlar, Melanchthon’dan sonra önceden belirlenmişliğe inanmıyorlardı. Ya da vaftiz konusuna. Lutheranlar bir bebeği vaftiz ettiklerinde; o bebeğin tekrar doğduğuna inanırlar. Presbiteryenler vaftiz öğretisine gerçekten büyük bir saygı duyar ve  değer verirler. Vaftizin bebeğe yeniden kurtuluş ya da yeniden doğuş verdiğine inanmazlar. En büyük farklılıklardan bir tanesi de bu devlet yönetimine olan tavırlarında yatmakta. Ör: Lutheranlar katı bir şekilde devlete karşı silahlanmamayı, karşı gelmemeyi ve de bilinçli bir şekilde onlara direnmemeye inanırlar. Luther her zaman: “Diğer yanağınızı dönün!” der. Reformcular aslında bunda biraz  taşkındırlar. Özel durumlarda halk yönetime biraz karşı gelebilir, ayaklanabilir. Bunu, canları her istediğinde yapamazlardı. Bu ayaklanmanın sebebi makul bir sebepse ve önderleri de kraliyet soyundan gelmişse, bu önderi takip ederek; devlete karşı ayaklananbilirlerdi.

16. yy.’ın başlarında Lutheranlar en güçlü ifadelerini sunuyorlar. Ancak 1550 yılından sonra bu etkinliği Reformcular teslim alıyor. Aslında Reform kilisesinin bir anlamda Lutheran kilisesinden çıktığını anlamak gerekir. Yani Reform kilisesi çoğu zaman Luther’e bakıp saygı duymuşlardır. Anlamamız gereken çok önemli birşey var.

Çoğu zaman Reform kilisesinin Calvin’le başladığı düşünülür. Nasıl çoğu insan Luther’in Lutheranlığı başlattığını düşünürse; Calvin’in de Reform kilisesini başlattığını düşünürler. Bu doğru değildir. Calvin bu süreç içersinde önemlidir ama tek başına değildir. Aslında Reform, dört adamın birbirlerine mektuplar yazarak; teolojik konularda tartışmaları ile başlar. Bunlardan bir tanesi ve önemli bir kısmı Calvin’dir. Diğer kişi Heinrich Bullinger, Martin Bucer, Peter Marter. Bu hareketin içindeki diğer kişileri bilmek de çok önemlidir. Zira insanlar Reform hareketini sadece Calvin’in başlattığını düşünüyorlar. Bu kişilerin birbirlerine yazdığı mektuplar elimizde bulunmaktadır.

Her ne kadar bu dört kişi başı çekmekte ise de; bu hareketin içinde başkalarının da bulunduğunu bilmeliyiz. İşte Reform hareketi bu yazışmalardan doğmuştur. Eğer Reform teolojisine bu dört kişi şekil vermişse;
Zwingli’ye ne demeli?

Ulrich Zwingli İsviçreli bir teologtu. Yaklaşık Martin Luther’le aynı zamanda yaşamıştı. Ben Zwingli’ye Reform teolojisinin “büyükbabası” adını veriyorum. Zwingli’yi diğer dört kişiden ayırış sebebim; birtakım teolojik farklılıkların, kendine has bazı özel niteliklerinin bulunmasıdır. Bu nedenle önce Zwingli’den bahsetmek istiyorum.

Ulrich Zwingli:

Zwingli Zürih’in yakınlarında bir kasabada doğmuştu. Luther gibi bir köylüydü. Zwingli’nin babası da ünlü ve tanınmış bir kişi idi. Zwingli de Luther gibi derin bir eğitim aldı. İlk önce Viyana üniversitesine, daha sonra Basel üniversitesine gitti. “Hristiyan hümanistliği” diye birşeyle karşılaştı. Ve bu Erasmus adında bir kişi ile ilişkilendirilir. Genel anlamda Erasmus ve Hristiyan humanistler, iki anlamda kendilerini gösterirler. Erasmus her ne kadar Katolik olsa da; kilisenin ahlaki açıdan bozulmuş olduğunu öne sürdü. Bu bozulmuşluğu düzeltmenin yolunun da, Kutsal Yazılar’a tekrar geri dönmek olduğunu vurgulamıştı. Bu nedenle Erasmus, Katolik kilisesinin ne kadar sapmış olduğunu gördüğü için bu konu hakkında çok eleştirici idi. Tek düzelme yolunun da Kutsal Kitab’a dönmek yoluyla olduğuna inanıyordu.

İşte Zwingli Viyana’da iken, bu Hristiyan hümanistliği görüşüne yani Katolik kilisesi hakkında çok eleştirici olurken; çözüm olarak Kutsal Kitab’a dönüşün savunulduğu görüşle karşılaşıyor. Zwingli, Hristiyan hümanistliği görüşü ile tanıştırtan bir profesör ile karşılaşıyor. Bu aşamada bir pastör olarak bu işin içine girmeyi düşünüyor. (1506) Küçük bir kasaba olan Glaris’e gelir. Aslında bununla ilgili küçük bir hikaye biliyorum:

Glaris köyünün daha önceden bir vaizi zaten vardı. Ama Zwingli de bu köyde pastör olmak istiyordu. Pastör’e başka bir köye gitmesi için rüşvet verdi. Böylece o köyde pastör olur. Glaris köyünde Grekce ve İbranice öğrenmeye başlıyor. Bunun sebebi sizce ne olabilir? Birinci nedeni: Çünkü Kutsal Kitab’ı yazıldığı orjinal dilinde okumak istiyordu. İkincisi ise; Augustin’in kitaplarını okumaya başlamaktı. Aslında bu çok tehlikeli bir karışımdı. Her ikisini okumaya başladığında gördüğü şey şuydu: Kilisenin ne Kutsal Kitap’la, ne de Augustin’in yazıları ile uyuştuğuydu. Genç bir vaiz olarak Zwingli de Erasmus’un yaptığı gibi, kiliseyi teoloji açıdan düzeltmek değil; ama ahlaki açıdan daha doğru bir yola getirmeye çabalamaktı. Bu değişimi de Kutsal Kitab’ın otoritesi üzerinde durarak yapmaya çalışıyordu. Glaris köyünde kaldığı 10 yıl boyunca teolojisini daha da derinleştirip, geliştirmeye başlıyor. Fakat hala bir Katolikti. Daha sonra Einsiedeln adında bir köye taşınıyor. Burada 1516-1518 yılları arasında yaşıyor. Zwingli’nin yaşantısı ile Luther’in yaşantısı arasında müthiş bir paralellik vardır. Bu paralellik de şuradan kaynaklanır: Tetzel’ın Wittenberg’de endüljans sattığı gibi, Samson da burada endüljans satıyordu. Ve aynı Luther gibi Zwingli de içinde bulunduğu kasabada Endüljans satışlarına karşı çalışmalara başlamıştı.

Aslında 1518 yıllına dek bile Zwingli’nin çok katı bir Erasmus’cu olduğunu görebiliyoruz. Ama bu izleyiş öğreti açısından değil; kiliseyi ahlaki açıdan belirli bir bir düzene sokma çabasıydı. 1518 yılında Zwingli ülkedeki en onurlu pastörlük konumundaki iki kişiden biri haline geliyor ki; o da Zürich pastörlüğüydü. Zürich’teki kilise bir komite oluşturarak yeni bir pastör arayışına girmişti. Özel olarak Zwingli’yi düşünürken; onun hakkında çok yanlış bir dedikodu duydular. Vaiz olduğu dönemde (rahipken) bir kadınla cinsel ilişkiye girdiği söyleniyordu. Komite Zwingli’ye bir mektup yollayarak; bunun gerçek olup-olmadığı konusunda aydınlanmak istedi. Zwingli bu günaha düştüğünü kabul etti, fakat kadını suçladı. “Onun suçuydu!” dedi.

Bu günahı yüzünden işi kesinlikle alamayacaktı ama diğer adayın da bir dostu ve ondan da 6 tane çocuğu vardı. Böylece Zwingli ile diğerini mukayese ettiklerinde; Zwingli’nin daha iyi durumda olduğuna karar verdiler. Bu seçim sonucunda Zwingli, Zürich kilisesinin pastörü ilan edildi. Hizmetine 1511 yılının 1 Ocak günüde başladı. İlk gününde herşeyde çok büyük bir yankı uyandırdı. Zürich halkının daha önce hiç duymadığı bir şekilde vaaz vermeye başladı.  Kutsal Kitab’ı açıp ordan vaaz veriyordu. Zira daha önceki vaizler hiçbir şekilde Kutsal Kitap’tan değil; daha önce hazırladıkları şeyleri halkın karşısına çıkıp okuyorlardı. Tüm Kutsal Kitab’ı bölüm bölüm ve ayet ayet açıklayarak vaaz ediyordu. Kimileri için sevindirici iken, bazıları içinse kızgınlık uyandırıyordu. Zürich o zaman bağımsız bir devletti. Birkaç kişiden oluşan konsil tarafından yönetiliyordu. Konsil’e gelen bazı kişiler bu adamın daha önce hiç verilmeyen bir şekilde vaaz verdiğini, ne yapmaları gerektiği konusunda danıştılar. Konsil, bu yeni vaaz türünü araştırmaya başladı. Bu araştırmanın sonunda bu tür bir vaazın iyi ve doğru olduğu kararına vardılar. Tüm vaizlerin de Zwingli gibi vaaz etmesini istediler. Bu nedenle görevinin en başından beri İzviçre’nin Zürich kantonundaki konsille çok iyi ilişkiler içersindeydi. Yani 1519 yılından itibaren Zwingli Katolik bir vaiz olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen; daha sonra farklı bir yöne doğru yönelmeye başladı. Böylece Kutsal Kitap’tan vaaz etmesi ile bazı olaylar ortaya çıktı. Bu olaylar da kendi gittiği yönün Katoliklikten çok daha fazla hızlı bir derecede ayrılmasına neden oldu.

1522 yılında karmaşa yaratan yeni bir olay meydana geldi. Bunun adı “Büyük Sosis Olayı” idi. Alçalış döneminde Katolik kilisesi et yenmemesi gerektiğini söylemişti. Buna karşılık Zwingli’inin  kilisesinde bulunan bazı görevliler, Kutsal Kitap’ta böyle birşey göremedikleri için; bu dönemde et yemeye karar aldılar. Bunu yapmaları üzerine tutuklanarak, hapse atıldılar. Zwingli bu aşamada onları kurtarmaya gitti. Tüm vaazlarında bu dönem içersinde Kutsal Kitap’ta et yenmemesi gerektiğine dair birşey olmadığını vurguladı. Bu nedenle şehir komitesi bir araya gelerek konuyu araştırmak zorunda kaldılar. Zwingli’yi çağırarak; bu konuyu açıklamasını istediler. Zwingli Kutsal Kitab’ı işaret ederek: “Burada böyle bir şey yok” dedi. Zwingli kendi düşüncelerini savunarak kazandı ve arkadaşlarını hapisten kurtardı.

Buradan da fark edilebildiği gibi, Zwingli ile komite arasındaki ilişki gayet iyiydi. Zwingli’nin daha sonra gizlice evlendi. Çünkü kendisi bir Katolik rahibi idi. Bir bekarlık yemini etmişti. Ama Kutsal Kitap’ta rahiplerin bekar kalmalarına dair bir ayet olmadığından; evlenmek istedi. Fakat kimseye söylemedi. Zira şehir komitesinin buna karşı koyacağını düşünüyordu. Bu yüzden karısını iki yıl saklamayı başardı. Ancak bu kadar cüretkardı. 1523-1524 yılında Zürich’te Reformasyon hareketi tamamen açıldı ve resmi olarak başladı. Zürich’te Katolikler ve Zwingli yandaşları arasında tartışmalar baş gösterdi. İlk tartışma 1523 yılının Ocak ayında çıktı. Zwingli herkesin önünde 67 tez ortaya koydu. (Luther 95 madde ortaya atmıştı.) Diğer öğretilerin dışında, papanın yetkisini ve Araf’la ilgili öğretiyi reddetti. Çünkü Kutsal Kitap’ta papanın yetkisini ve Araf’la ilgili bir ayet göremiyordu. Evlilik konusundaki kuralı da kabul etmedi. Bunun üzerine şehir komitesi (ki bu kişiler Katoliklerdi) tekrar toplanarak, Katoliklerin mi yoksa Zwingli’nin mi haklı olduğunu tartışmaya başladılar. Bütün bunlara rağmen komite Zwingli’nin haklı olduğuna dair karara vardılar. Daha sonrası için de herşeyde Kutsal Kitab’ı kendilerine örnek alacaklarını ve ona göre yorum yapabileceklerini söylediler.

Fakat  Zürich tamamen Protestan olmadan önce halledilmesi gereken bir madde daha vardı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Rabbin Sofrası hakkında ne düşündüğünüz, sizin inancınızı tam olarak belirtir. Ve bu tartışma da iki yıl sürdü. Bu konu ile ilgili çok ilginç sorular ortaya çıktı. Zwingli bu konudaki Katolik görüşünün yasaklanmasını ve Protestan görüşün savunulmasını önerdi. Ve bu artık, şehir komitesinin yüzleştiği en ciddi karar aşaması idi.

1525 yılının Nisan ayında bu şehir komitesi kesinlikle Katolik inanışındaki Rabbin Sofrası öğretisini reddedip; tamamıyle Protestanlığa döndü. İşte burada görmüş olduğunuz süreç bir bölgenin Protestanlığa geçiş süresidir. Ve bu bir anda gerçekleşmeyip, belirli bir zaman içersinde oldu. Zwingli’yi çok farklı yapan ve ona bu denli saygı gösterilmesinin nedeni, tüm bu mücadeleleri içersinde onun Kutsal Kitab’ı kullanması idi. Yani ilk önce mücadelesine teolojik açıdan başlamadı ama dedi ki: “Bizim itaat etmemiz gereken en yüce yetki nedir?”    Ve bu yetkinin Kutsal Kitap olduğu konusu oturtulduğunda; artık farklı konularda (Rabbin Sofrası, Araf, v.s) tekrar Kutsal Kitab’a dönerek: “Kutsal Kitap’ta bunlar yoktur.” diyebildiği içindi.

Reformasyon hareketindeki dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, halktan kişilerin değil, (ki halktan da bazı kişiler vardı) devletin üst seviyesindeki kişilerin ikna edilip onların bu harekete dahi edilmesi ile başlamış olmasıdır. Bu da Luther’in yapmış olduğu Reformasyon hareketi ile çok pararleldi. Zira Luther de en tepeden aşağı doğru ilerlemişti. Buna bir anlamda “Yönetim Reformasyonu” da diyebiliriz. O zamanlarda bir kilisenin ya da bir bölgenin Katolik mi, Reform mu ya da Protestan mı olacağı, bu yönetimlerce belirlenirdi. Zwingli’nin öğretisi ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum:

Zwingli çok ilginç bir kişi. Oxford üniversitesindeki profesörüm, onun tam bir Protestan  olmaktan çok, Hristiyan humanist olduğunu söylerdi. Daha sonra anlatacaklarımda  göreceğiniz gibi Zwingli’nin de komik ya da garip birtakım şeyleri vardı. Tanrı’nın sağlayışı hakkında çok ünlü bir kitap yazdı. Çok şaşırtıcı olan şey de, bu kitabı yazarken Kutsal Kitab’a değil de; eskiden var olan Stoacı öğretilere baş vurmuş olmasıdır. Zira Tanrı’nın sağlayışı gibi önemli bir konuda böylesi bir felsefeye baş vurması beni fazlası ile hayal kırıklığına uğrattı. Yineliyorum ki Kutsal Kitab’a gitmek yerine, Seneca adında Stoacı bir filozofa baş vuruyor. Zira Zwingli’ye baktığımızda, Kutsal Kitap sevgisinin yanı sıra, eski dönem felsefelerine de büyük bir ilgi ve sevgi duyduğunu görebiliyoruz. Bu, bizim bakış açımıza göre çok garip gözükebilir. Fakat Erasmus’u bu kadar takip eden biri için ilginç değildi. Zira Erasmus’da da birbiri ile çelişen hareketler vardı.

Sonuç olarak kişilere “kişisel olarak İsa’ya iman etmeniz gerekli” derdi, fakat Mesih’i hiçbir şekilde tanımamış bir kişi olan Seneca’nın sadece iyi bir insan olduğu için cennete gittiğini de söylerdi. Yani Zwingli’nin öğretisinde  sevdiği filozofların cennete gittiğine dair çelişkiler mevcuttu. Ve Calvin bu kitabı okuduğunda çok paradox (çelişki) içinde olduğunu söyledi.

Burada dikkatinizi çekmeye çalıştığım bir başka nokta da:

Zwingli’nin Rabbin Sofrası hakkında Luther’in benimsediği görüşlerden farklı bir görüşe sahip olduğudur. Bu dört görüşü birbirleri ile kıyaslamak istiyorum.

Daha önce Katolik inancında Rabbin Sofrası hakkında ne düşündüklerini (ekmek ve şarabın mucizevi olarak gerçekten Rab’bin bedenine ve kanına dönüştüğü) görmüştük. Luther bu maddenin dönüşümündeki maddeyi reddetmişti. Her ne kadar Luther bu mucizevi dönüşüme inanmasa da; ekmek ve şarapta bir şekilde çok özel bir yolla; bu elementlerin içinde, bu elementlerle beraber ve bu elementlerin altında fiziksel olarak varlığının bulunduğuna inanıyordu. Bunu şöyle söyleyebiliriz:

Luther’in Rabbin Sofrası hakkındaki görüşü, Calvin’inki ile de (Katoliklerin inanışı kadar olmasa bile) bayağı farklıdır. Katolik öğretisine göre; Rabbin Bedeninin gerçek anlamda orada oluşunu sağlayan bir mucize söz konusu. Luther’e göre, hiçbir mucize olmaksızın Mesih bu öğelerin içersinde, bu öğelerle beraber bulunmaktadır. Buna karşılık Calvin ise, Mesih’in ruhsal olarak orada bulunduğunu ileri sürmektedir. Calvin’e göre Mesih, Baba’nın sağ tarafında oturmaktadır. Ekmek ve şaraptan aldığımızda, Kutsal Ruh’un bizlerin ruhunu Mesih’in varlığının olduğu yere (cennete) yükselttiğini öne sürer. Fakat Zwingli ise, ekmek ve şarabın Mesih’in Bedeni ile hiçbir ilişkisi olmadığını, yanlızca semboller olduğunu söyler. Çünkü Zwingli’nin düşünce noktası şudur: Mesih ekmek ve şarapta fiziksel olarak bulunamaz. Çünkü Mesih göktedir ve Baba’nın sağında oturmaktadır.

Bu dört ayrı görüşü söyledikten sonra, Zwingli ve Luther’in yüz yüze yaptıkları bir toplantıdan bahsetmek istiyorum: kendi bakış açılarına göre, teolojik açıdan tartışmak üzere bir araya gelmişlerdi. Burada olan şey şuydu: Lutheran olan Alman prenslerin İsviçredeki Protestanlarla bir birliktelik içine girmeyi amaçlıyorlardı. Protestanlar kendilerini Katolikler tarafından çepeçevre kuşatılmış olarak hissettiklerinden; birleşerek bir ordu birliği kurmak ve herhangi bir saldırı esnasında kendilerini korumak için böyle bir şeye ihtiyaç duydular. Ama teolojik bir birliğe ulaşamadıklarında, politik bir birliğe de ulaşamayacaklarını biliyorlardı. Bu yüzden Zwingli ve Luther 1529 yılında Marburg kentinde teoloji konuşmak için biraraya geldiler. Tartıştıkları 15 öğreti vardı. 14’ü üzerinde mutabık kaldılar. 15. maddenin de 3/2’sinde anlaşmaya vardılar. Bu tek bir maddenin 3/1’lik kısmında anlaşma sağlayamadılar. Anlaşamadıkları bu madde ise, Rabbin Sofrası konusu idi. Bu madde dönüşümünü reddetmekte fikir birliğine vardılar. Mesih’in her seferinde Rabbin sofrasında çarmıh üzerinde kurban edildiğini reddetmek üzere de birleştiler.

Tek anlaşamadıkları nokta Mesih’in bu Sofra’da nasıl var olduğu idi? Luther, Mesih’in bu Sofra’da bulunduğuna dair ısrarını sürdürdü. Bu konuda tartışmaya başladılar. Öyle bir aşamaya geldiler ki, Luther cebinden bir bıçak çıkarıp masaya saplayarak şöyle dedi: “Mesih bizlere ‘Bu Ben’im Bedenimdir!’ dedi. Bu Söz benim için yeterlidir.”

Zwingli ise bu görüşü kabul etmeyerek şöyle söyledi. “ Ama Kutsal Kitap aynı zamanda Mesih’in Tanrı’nın sağında oturduğunu da öğretir.”

Bu yüzden bir anlaşmaya varamadılar. 15 maddenin 14’ünü ve hatta son maddenin de 3/2’sini kabul etmelerine rağmen; Almanlarla İsviçreliler arasında bir anlaşma olamadı. Bu denli anlaşmaya yakınlaşmışken, son maddenin 3/1’lik kısmı nedeniyle uzlaşamamaları ne üzücüdür!

Zwingli buna rağmen İsviçre’nin farklı kantonları arasında bir birlik sağlamayı başardı. En çok korktuğu şey başına geldi. 1531 yılında İsviçre’nin Katolik nüfuslu kantonları, diğer kantonlara karşı saldırıya başladılar. 1531 yılının Ekim ayında Katolik ordularının gelişi görüldü. Zürich’e doğru yaklaşan 8000 tane Katolik asker gördüler. Buna karşılık orada 1500 tane Protestan bulunuyordu. Fakat yine de savaşmaya karar verdiler. Zwingli’nin kendisi bu orduyu yönetti ve onlarla beraber savaşmaya gitti.

Zwingli’nin Kappel’deki öldürüldüğü yeri geçen hafta gördüm. Katolik güçlerinin ikiye ayrıldığını duydum. Buna karşılık Zwingli’nin güçleri onların ikiye ayrıldığını fark etmemişlerdi. Savaşın ilk bölümünde Protestanlar, Katolik ordusunun ana kısmı olduğunu düşündükleri orduyu yenmişlerdi. Ama esas Katoliklerin ana ordusunun arkadan dolaştığını fark edememişlerdi. Böylece Katolikler Kappel denen yerde Protestanları yendiler. Zwingli savaş alanında savaşırken öldürülmüştü.


Bu anlamda Zwingli, Luther’den çok farklıdır. Çünkü Luther hiçbir zaman kılıç kuşanmaz ve savaşmazdı. Çünkü Luther’e göre tüm yönetimler Tanrı’dan gelmişti ve amaç imanı savunmak olsa bile; hiçbir şekilde bu yönetime karşı silahlanılmamalıydı. Ama bu iman için pasif olarak ölmeye istekli olunmalıydı. İşte bu anlamda Zwingli Luther’den çok ayrıydı.

Soru: Ama Zwingli kendi yönetimi ile değil, başka bir yönetim ile savaşmadı mı?
Yanıt: Her ne kadar durum öyle olsa da Luther, hiçbir Hristiyanın imanını savunmak için silahlanıp savaşmasına katılmazdı. Aslında İsviçre bazı açılardan birlik içersinde idi. Aynı çatı altındaydılar. Farklı ülkeler arasındaki bir savaş değil; aslında dini bir savaştı. Yani Luther’in bir pastör olarak Zwingli’nin kılıç çekip imanını destekleyeceğini hiç sanmıyorum. Şu anda Amerika’da inançlarını korumak için birçok kişi savaşmaya hazır durumda.


Soru: Luther ve Zwingli anlaşamadıkları Rabbin Sofrası hususunda, İsa’nın Tanrı’nın özünden geldiğini ve Ruh’u olduğu gerçeğini neden arka planda tuttular?
Yanıt: Bu soru bugün bile yüzleşmeleri gereken zor bir soru. Ben şahsen Tanrı’nın Hristiyanları neden farklı yollara yönlendirdiğini bilemiyorum. Ör: Sadece yetişkinlerin vaftiz edilmesi gerektiğine inanan kişiler olduğuna inanıyorum. Bir de benim gibi bebek vaftizine inanlar olduğunu da biliyorum. Aynı Kutsal Kitab’a inanıyoruz. Ve farklı sonuçlar çıkarıyoruz. Neden?    Gerçekten bilmiyorum. Fakat bildiğim birşey var: Kutsal Kitab’ın yorumunda farklılık olan yerlerde dizlerimizin üzerine çöküp; Rab’be dua etmeliyiz ve Kutsal Kitab’ı daha fazla çalışmalıyız. Bu, tek yoldur. Ama tüm kilise tarihi boyunca Tanrı’yı çok seven ve Tanrı’yı izleyen erkek ve kadınların Kutsal Kitap üzerinde farklı bakış açılarına sahip olduklarını görüyoruz. Bu yüzden birey olarak her birimiz Kutsal Kitab’ı kişisel olarak öğrenmek için çalışmalıyız. Bu çok önemlidir.


Soru: Daha önce sorulan soruda Zwingli’nin başka devletten olan birilerine savaş açtığını gördük. Kutsal Kitab’a göre başka devletle de savaşabilme özgürlüğü söz konusu mu?(Kendi yönetimine değil ama başka yönetimlere karşı savaşılabilir mi?)
Yanıt: Bu çok iyi bir soruydu ve ben bir pastör olarak konuşabilirim. Ben tüm hükümetleri Tanrı’nın yarattığını düşünüyorum. Bunu Romalılar 13. bölümde çok açıkca belirtiyor. Ve biz Hristiyanlar olarak hangi yönetimin altında olursak olalım; (İslami, Kominist ya da Demokratik) her durumda uymak zorundayız. Fakat yönetime olan bu itaat, kesin bir itaat değildir. Ör: Bu hükümet benim bir Hindu tanrısına tapınmamı isterse: “Bunu yapmayacağım!” diyebilirim. Fakat ben bu hükümetle aynı fikirde değilim diye savaş mı açmalıyım? Pasif olarak direnişe geçebilirsin. Bu konuda kişiyi tutuklayacak ya da ölümle cezalandıracaklar ise: “RAB en iyisini bilir!” tavrına bürünmemiz gerekir. Bence Hristiyanları bağlayan en büyük yetki Kutsal Yazılardır. Diğer tüm yetkilere uyulabilir. Ama bizler en üst düzeyde öncelikle Kutsal Yazılara uymakla mükellefiz. Ör: Kutsal Kitap evlilikte eşin kocasına itaat etmesi gerektiğini söylemektedir. Bu öğretiden de anlaşılabileceği gibi Kutsal Kitab’ın öğrettiği bir yetki derecesi söz konusudur. Ama bu koca, eşine suç işlemesini söylüyorsa; tabi ki sözü dinlemek zorunda değildir. Yani o yetki bile Tanrı Söz’ünün yetkisi ile tamamlanabilir. Bu örnekler çeşitlendirilebilir. İşveren ve işçi gibi.... Ama işverenin senin yalan söylenmeni ya da usulsüzlük yapmanı istiyorsa, bu uyulamayacak bir otoritedir. Bu yüzden tek otorite Kutsal Kitap’tır. Diğer otoriteler de geçerlidir ama Kutsal Kitab’ın yanında geçerlidirler.



(Bir başka önderin fikri)


Reform anlayışında tanrısal olmayan bir otoriteye karşı çıkmak, aslında kişisel bir karşı çıkış değildir.  Ama yetkili olan  kişiye gidilerek; o kişi aracılığıyla diğer yetkilerle görüşme sağlanması söz konusu olabilir. Yani kişisel bir karşı çıkış değil, kendi üzerinde olan bir yetkiye baş vurma olayı söz konusudur.

Soru: Luther’in savaşmamak konusunda neye dayanarak bunu yaptığını anladık. Peki Zwingli bu savaşa katılmayı neye dayanarak yapmıştı?
Yanıt: Bu anlattıklarım teolojik anlamda bir görüş olduğu için değil, sadece neden bu kişilerin savaştıklarını ya da neden bu tip davranışlar içersinde bulunduklarını anlayabilmek açısındandı. Tarihi anlatmak açısından bunları aktardım. Tarihsel olarak Augustin’in sözünü ettiği haklı bir savaş düşüncesi vardı. Sebep, gerçekten haklı bir sebep olduğunda ve gerekli otoritelere baş vurulduğunda, Hristiyanların savaşa gitmelerine izin veren kilise açısından belirli, istisnai sebepler vardır. Her ne kadar kilise tarihinde pasif direnişte bulunmayı seçen bir grup Hristiyan bulunmuş olsa da; genel anlamda bu tarihin akışı içersinde genel görüş ve davranışlar savaşan davranış biçimidir. Pasif değildir.


Soru: Bugünki Reformist düşüncemiz, Zwingli’nin asılmasından sonra sahip olduğumuz doktrin, aslında  1. yy.’daki İncil’in değişmemiş  olan düşünceleri ile aynı değil mi?
Yanıt: Şunları söylemek çok önemli. Daha sonra Calvin’den bahsedeceğiz ama Calvin de, 3.yy.‘da yaşamış olan ilk kilise önderlerinin yazıtlarına kadar uzanmıştır ve bunları okumuştur. (Augustin gibi)

Ör: Calvin’in en çok etkilenerek okuduğu başka biri de Altın ağızlı Yuhanna’dır. Calvin ve Zwingli gibi kişiler bilinçaltında 3. ve 4. yy. olarak bu kilise düşünürlerinin öğretişlerini okuyarak; o düşünüşü tekrar uyandırmışlar. Bu düşünüşe sahip olarak; ilk kilisenin sahip olduğu düşünüşlerden uzaklaştığını göstermiş, bu anlamda bir Reformasyon başlamıştır. Aslında burada çok mantıklı ve temel birşey vardır. (1. yy. kilisesi ile Reformasyon kilisesinin öğreti bakımından ilişkisi nasıldı?) Reformasyon’un temeli Kutsal Kitab’a dönüş olduğundan; dolayısıyla Kutsal Kitab’a uygun temelleri var demektir. Yani aslına bakarsanız Kutsal Kitab’ın yazılımının 1. yy.’a rastlaması ile de doğal olarak bir dönüşüm söz konusudur. Ama tarihsel olarak kilisenin gelişimi ile Kutsal Kitab’a uygun olan kilise farklıdır. Yani elçilerden sonra ortaya çıkan kilise ile elçiler zamanında kilise farklıdır. Zira farklı gelişimlere maruz kalmıştır. Ve kiliseyi tekrar yapılandırmak ile 1. y.y. kilisesinin modelini, aynısını kurmak arasında fark vardır.

Şu ana kadar Reform Hareketinin başlangıcından ve kişilerden bahsetmiştik. Şimdi de önemli bir noktaya değineceğiz.


3. John Calvin: (1509-1564)
Luther’den çok farklı bir kişi idi. Calvin çok utangaç, içine dönük ve sessiz bir insandı. Ama her nasılsa bu sessiz kişi tarih boyunca kendisine birçok düşman edinmiştir. Çoğu insan geçmişe bakarak onun hakkında çok kötü şeyler söyler. Amerika’da meşhur bir tarihcinin sözleri şunlardır:

“Calvin’i sevmek her zaman için zor olacak. Çünkü Calvin Tanrı hakkındaki en saçma düşünceleri ile, insan ruhunu ve canını karartmıştır.“

Amerika’daki ünlü bir vaiz de onun hakkında şöyle söylemiştir:
“Calvin birçok canın lanetlenmesine sebep olmuştur.”

Bunlar onun hakkında haksızca söylenen sözlerdir. Calvin’in yaşadığı süre zarfında görevde olan papa bile dolaylı yollardan da olsa, onun hakkında daha iyi sözler sarfetmişti. Papa IV. Pius şunu söyledi:

“Bu sapık öğreti yayan kişinin gücü şurada idi: Öyle ki para onun için hiçbir zaman çekici olmadı. Eğer böyle hizmetkarlarım olsa idi, benim hükümdarlığım kıtalar arası yayılırdı.”

Yani Calvin’in öğretilerine karşı çıkan papa bile, bu kişiye büyük bir saygı duyuyordu. O, bizlere Tanrı’nın farklı kişilikler aracılığı ile çalışabileceğini hatırlatmaktadır. Bazen Tanrı’nın, aracılığı ile çalışmayı seçtiği kişi çok sessiz ve sakin birisi olabilir. Calvin de kesinlikle bu tür bir insanı simgelemektedir. Calvin, Protestan Reformcularının ikinci nesilden olduğunu söylediğimiz bir kişidir. Luther ve Zwingli, Reform Hareketinin 1. neslini  temsil eder. Calvin ve diğerleri ise; 2. nesli oluştururlar. Calvin gerçekten de Luther’e büyük saygı duyuyordu. Her ne kadar Luther ile bazı teolojik konularda fikir ayrılığına düşmüş olsa da; her zaman onu yüceltti ve onu övdü. Calvin bir keresinde Luther hakkında şöyle birşey söylemişti:

“Bana ‘şeytan’ dese bile ben, onun ismini hep öveceğim.”

Bu anlamda kendini Luther’e oranla bir oğul gibi gördüğünden hiç şüphemiz yok. Calvin bir Fransızdı. Zwingli ve Luther’le aynı geçmişe sahip değildi. Orta sınıf bir ailenin çocuğu idi. Paris’in kuzeyinde küçük bir şehirde yaşadı. Babası Noyon şehrinde yerel piskopos için çalışıyordu. Her ne kadar babası zengin değilse de; genç Calvin’in eğitimi için büyük miktarlarda maddi destek sağlamıştı. Calvin’in babası yakınlarda yaşayan asil bir ailenin çocuklarının gördüğü özel eğitim ile eğitilmesini sağladı. Aslında Calvin’in babası öncelikle oğlunun bir kilise önderi olmasını amaçlıyordu. Calvin henüz eğitimini sürdürürken; fikrini değiştirerek hukuk alanında eğitimini tamamlamasını istedi. Bildiğimiz kadarıyla Calvin babasının sözünü dinledi ve hukuk alanında çalışmalara başaldı. Avrupa’daki en ünlü Paris üniversitesinde eğitim gördü. En ünlü 2 hukuk üniversitesinde okudu.

Yaklaşık 25 yaşlarında iken, ilk kitabını yazdı. Bu yazmış olduğu kitap çok üst düzeyde, anlaşılması zor, akademik bir kitaptı. Calvin’in Katoliklikten Protestanlığa geçişinin ne zaman olduğunu kesin olarak bilmiyoruz ama sanırım 1524 ile 1528 yılları arasında olabilir. Calvin’in anlaşılamamasının bir sebebi de kendisi hakkında fazla konuşmamasından kaynaklanıyordu. Ama Calvin buna karşılık bir yerde çok az olarak nasıl iman ettiğinden bizlere bahsetmektedir. Kendisiyle ilgili “RAB için tutku ile yanıp tutuştuğunu “ söylüyor. Bu sadece düşüncede meydana gelen bir olay değil; yüreğinin değişmei ile ilgiliydi. Bu konuda şüpheler olsa da Calvin’in üniversitede iken 2 kişi ile paylaştığı söylenir. Calvin’e Grekçe öğreten kişi daha sonra Lutheranlığa dönmüş. Bu yüzden de diğer insanlar bu öğretmenin Calvin’e Luteranlıkla ilgili birkaç şey söylediği hakkında fikir yürütüyorlar.

İlginç bir kişi var ki; bu kişi, Calvin’le aynı üniversitede okuyan kuzenidir. Bu kuzen inancından çok emin ve güçlü bir Lutherandı. Herkes kuzeninin Calvin’le paylaştığını ve  onu Lutheranlığa çekmeye çalıştığını söylerdi. Ancak 1533 yılında Calvin’in yaşamında çok büyük bir değişiklik olduğu açıkca görülüyordu. Zira bu yıllarda kendisine eğitimi için Katolikler tarafından iki burs verilmişti. Calvin’se bunları geri çevirerek: “Sizlerin parasını almayacağım!” dedi. Aynı yılın Ekim ayında yine çok ünlü bir olay oldu. Calvin’in arkadaşı (Nicholas Cop) Paris Üniversitesinin rektörü olmuştu. Nicholas birgün göreve başlama konuşmasını yaparken; eğitimden bahsettikten sonra, konuşmasının tam sonunda herkesin önünde şöyle dedi: “Bir kimse sadece lütufla kurtulabilir!” Böylece birçok kişi Nicholas’ın Protestan olduğunu anladı. Nicholas hiçbir zaman görevine başlayamadı, çünkü bu konuşamayı yaptıktan sonra hayati tehlike nedeniyle sürekli kaçmak zorunda kaldı. İşte Calvin de olaya bu noktada giriyor. Öyle görünüyor ki bu kişinin konuşmasının tamamını Calvin yazmadıysa bile, yazılmasına büyük ölçüde yardım etmişti.

Bu yüzden tüm yetkililer Calvin’i aramaya başladılar. Bir akşam kapı çalındı. Pencereden bakıp birçok polis ve yetkilileri gören Calvin, arka pencereden atlayarak kaçtı. Ve 1533 yılından itibaren Calvin bir kaçak olarak yaşadı. (Öyle sanıyorum ki 1533 yılının Ekim ayından itibaren Calvin Protestan olmuştu.)

Calvin bu kaçışı sırasında farklı bölgelere gitti. Bu esnada İtalya’ya da uğradı. Daha sonra Fransa’da ünlü olan bir Reformist arkadaşı ile görüştü. Kaçarken bazı çalışmalarda bulundu. Güney Fransa’da depo gibi bir yerde idi. Louis du Tillet adında bir kişinin evinde kaldı. Şans eseri bu kişinin müthiş bir teoloji kütüphanesi vardı. Böylece Calvin bir kitap yazma arzusu duydu. Bu kitap “Hristiyanlığın İlkeleri” idi. Bu kitap Hristiyanlığın edebi bir eseri olarak yayınlandı. Kitabın ilk hali 6 bölümden oluşuyordu. İnce bir Kitaptı. Ama hayatının geri kalan kısmını, bu kitabı genişleterek sürdürdü. (1559 yılına kadar bu kitabın bölümleri 6 bölümden 80 bölüme çıktı) İlginç olan, bu kitap aracılığı ile insanlara Tanrı’nın daha açık bir şekilde kim olduğunu anlatabilmekti. Bir anlamda bu 80 bölüm Hristiyanlığa giriş niteliği taşıyordu. Çok kısa bir sürede satılan bu kitap sayesinde Calvin tüm Avrupa’da tanındı ve sevilen bir kişi oldu. Calvin insanlara şöyle diyordu: ”Benim herhangi bir konuda ne düşündüğümü anlamak istiyorsanız; gidip o kitaba bakın!” (Şayet bu kitabı okumadıysanız, okumanızı salık veririm. Zira tüm zamanınızı vermeye değer nitelikte bir kitaptır.)

Bu kitabın içinde 4 ana bölüm vardı.

Birinci bölüm, Tanrı’nın doğası hakkında idi. Calvin bu bölümde en temel soruyu sormuştu: “Tanrı’yı nasıl bilebiliriz?” Yanıtında da çok temel birşey söylemişti. “Şayet Tanrı’yı tanımazsanız; kendinizi bilemezsiniz.” Bence bu tüm kitap içinde yazılan en temel kavramdır. Eğer kim olduğunuzu bilmek istiyorsanız; ilk önce Tanrı’ya bakarak: “Kimsin Sen!” diye sorun. Ancak O’nu anladıktan sonra, kendinizin kim olduğunu kavrayabilirsiniz. Kutsal Kitab’ı ve Tanrı’yı bilmeden de, yine kendinizi bilme ihtmali yoktur.

İkinci bölümünde “Kurtuluş” hakkında konuşmaktadır. Tüm okuyucularına, kendilerinin günahkar olduklarını, düşmüşlüklerini ve günah içinde yaşadıklarını söyler. İçinde bulundukları günah yüzünden artık Tanrı hakkında olması gerektiği kadar doğru düşünemediklerini ve doğru düşünemediklerinden de doğruyu yapamadıklarını hatırlatır. Bu yüzden: “Sizin bir kurtarıcıya, İsa Mesih’e ihtiyacınız var!” der.

Üçüncü bölümünde de; “Aklanma”, “kutsallaştırılma”, ve “önceden belirlenme” kavramlarından bahseder.  Bu bölüm hakkında çok ilginç birkaç şey söylemek istiyorum: Calvin ve Kutsl Ruh hakkında bazı ilginç söylentiler vardı. Çünkü Calvin’in yaptığı önemli olan şeylerden biri, Kutsal Ruh’un ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktı. Kutsal Ruh’un kişinin yaşantısındaki değerini bilmek ve anlamak; Reform geleneğinin bir parçasıdır. Princeton Üniversitesindeki ünlü bir teolog Calvin’i bir keresinde “Kutsal Ruh Teoloğu” olarak nitelendirdi. Zira Calvin her fırsatta Kutsal Ruh’un kişilerin hayatındaki işleyişini vurguluyordu. Kutsal Ruh’un işlevi, rolü kavramlarının yanısıra, “Aklanma ve Kutsallaştırılma” kavramları arasındaki ilişkiden de bahseder. Calvin bizlerin sadece Mesih’in doğruluğu temeli üzerinde Tanrı ile barıştırıldığımızı vurgular. Yasal olarak günahlarımız bağışlandığında, Kutsal Ruh içimizde bizleri yeniler, değiştirir ve bunun aracılığı ile kutsallaştırılırız, kutsal oluruz. Her ne kadar “Aklanmayı” “kutsallaştırılma”dan ayrı tuttuysa da; bunların her ikisi de Mesih’in işinde el ele yürüyordu.

Calvin ahlaki bir yaşam sürme üzerinde çok duruyordu. Yine Calvin’in savunması ile ünlü olan öğreti de; “Önceden Belirlenmişlik”tir. Çoğu insan Calvin’i duyduğunda; “Önceden Belirlenmişlik” öğretisini hatırlar. İnsanlar bu öğretiyi Calvin’in dış dünyayla irtibatının kesildiği, karanlık bir ortamda öne sürdüğünü düşünürler. Bedeni olmayan bir zihin gibi, yani adamı sırf beyin gibi düşünün!

Ama gerçek şu ki Calvin, bu öğretiye ilişkin çok eğitici bir seviyede kaldı. Kendi yazdığı kitapta, “önceden belirlenmişlik” konusuna başlamadan önce, şöyle bir soru sordu: “Neden bir pastör aynı grup insana her yıl boyunca aynı Müjde’yi tekrar vaaz eder?” Bazıları inanır, bazıları ise inanmazlar. Aslında Calvin hep bir pastörün bakış açısından olaya yaklaşıyor. Böylece neden bazıları inanır ve bazıları inanmaz? Sorusuna cevabı, Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın bazı insanları inanması için seçtiğine dairdir. Bazı insanlar bu öğretinin Calvin’in en çok üzerinde durduğu, en merkezi kabul ettiği öğreti olarak bahsederler.

Fakat bunun çok merkezi bir öğreti olmadığı ama çok önemli bir öğreti olduğu oldukça belirgindir. Calvin’in öğretilerinin en merkezisinin ne olduğunu öğrenmek istiyorsanız; bence bu öğreti “Tanrı’nın Kudreti”dir. Benim okuldaki profesörüm şöyle diyordu: “Calvin’in teolojisi hayatının erken safhalarından itibaren bile tamamen şekillenmiş, oturmuştu.“ Ama bizler yazmış olduğu Hristiyan İlkeleri kitabını okuduğumuzda, “önceden belirlenmişlik” öğretisinin çok büyük ve güçlü temeller üzerine oturmadığını, lakin zaman geçtikçe (Calvin Kutsal Kitab’ı araştırdıkca, okudukca) bu öğretiyi benimsediğini ve konuştuğunu görebiliyoruz.

Dördüncü bölüm de, kilise üzerinedir. Calvin gerçek Hristiyan kilisesini belirginleştiren 3 özellik olduğundan bahseder.

            a) Kutsal Kitab’ın sadık bir şekilde vaaz edilmesi

            b) Sacramentlerin uygun bir şekilde saklanılması

            c) Kilise disiplinin uygun bir şekilde yürütülmesi

Katolik kilisesine baktığında, bu 3 kritere göre gerçek bir Hristiyan kilisesi olmadığını gördüğü için bunun bir parçası olmamayı düşündü.

İşte tüm bu bahsettiğimiz şeyler yazmış olduğu bu kitap içinde bulunan ve hayatı boyunca gittikce büyüyen öğretilerdir.

Şimdi de Calvin’in Cenevre’ye (İsviçre) nasıl geldiğine bakalım:

Calvin yazmış olduğu ilk kitabın başarılı olması nedeniyle; hayatının geri kalan bölümünü sessizce Hristiyan bir ilim adamı olarak, kitaplar yazarak sürdürmeyi seçti. Bu yüzden çok sessiz ve güzel bir kasaba arıyordu. Ama yaşamayı düşündüğü şehir Strassburg’du, Cenevre değil. Zira Strasburg  Protestan bir şehir olduğundan; burada kitaplarını yazmak için güvende olabileceğini düşünüyordu. Calvin karar verdikten sonra kızkardeşini ve erkek kardeşini yanına alarak; Strasburg’a doğru yola çıktı. Fakat yol üzerinde bir savaş olduğunu görünce, Strasburg’a Cenevre üzerinden geçerek gitmeye karar verdi. Cenevre’de sadece bir gece kalmayı düşünüyordu. (1536) Fakat  aynı gün Reformist bir teolog olan Guillaume Ferel, Calvin’in o kente geldiğini duydu. Calvin de bu kişi ile olan buluşmasını açıklayan bir mektup yazdı. Bu mektubu kısaca özetlemek istiyorum:

Calvin hiçbir şekilde yazmış olduğu bu ünlü kitabın yazarının kendisi olduğunun bilinmesini istemiyordu. Sadece yapması gereken işi sessizce yapmak ve  hiçkimsenin kendisini rahatsız etmesini istemiyordu. Fakat inancı konusunda çok heyecanlı bir kişilğe sahip olan Ferel, Calvin’in evine kadar giderek; buluşup- buluşamayacaklarını sordu. Ferel halka tüm yüreğindekileri vaaz ediyor ve dinleyen kişiler bu vaazların sonucunda yeni yeni Protestan olmaya karar veriyorlardı. Ona giderek: “Senin Cenevre’de kalman gerekir. Zira senin yardımına ihtiyacım var.” dedi. Calvin’se: “Hayır! Hayır! Ben sadece Strasburg’a gidip, sessizce kitap yazmak istiyorum.” Ferel ise onun Cenevre’de kalması için ısrar ediyordu. Ferel, Calvin’in inatçılığına ve gitmek isteyişine o kadar kızdı ki; bağırarak ona şöyle söyledi: “Tanrı senin bütün çalışmalarını lanetlesin!” Calvin bu söz üzerine korktu ve kalmaya karar verdi.

Bu nedenle Calvin, isteksiz bir Reformcuydu. Birkaç yıl Guillaume Ferel’in çalışma arkadaşı olarak Cenevre’de kaldı. Gerçekten de içine girdikleri hizmet, büyük zorluklarla doluydu. Her ne kadar şehir komitesi Protestanlık lehine düşünüyor olsa da; bütün halk Katolikti. Bu nedenle Calvin’i kimse sevmiyor ve kötü davranıyorlardı. Sokakta yürürken köpeklerini onun peşinden salıyorlardı. Bazen de gecenin ilerleyen saatlerinde insanlar Calvin’in penceresinin altında silahlarını ateşliyorlardı. 1547 yılında birgün vaaz vermek için kürsüye çıktığında bir tehdit mektubu gördü. Şayet şehri terk etmezse onu öldürecekleri yazıyordu. Bunlar sadece Katoliklerle olan sorunlardı. Oysa bir de Protestanlarla olan sorunları vardı. Cenevre’de bulunan Protestanlar arasında daha büyük gruplaşmalar vardı. Öyle ki, Calvin adeta Protestanlar arasındaki bu çatışmanın tam ortasında kaldı. Belki de genç bir pastörün başına gelebilecek en kötü şey Calvin’in başına geldi. Düşmanlarından bir tanesi onun hakkında asılsız haberler yaymaya başladı. Bu heber: Calvin’in aslında gizliden gizliye Tanrı’yı reddeden bir kişi olduğuydu. Zavallı Calvin kendini savunmak zorundaydı fakat  o kendini müdafaya çalıştıkca; bu dedikodu da o denli yayıldı.

Cenevre’de geçirdiği bu birkaç yıl onun için herhalde çok zordu. Calvin’in Cenevre’ye gelişinden birkaç yıl sonra (1538) artık herşey o kadar kötüye gitmişti ki; en sonunda şehir komitesi Guillaume Ferel ile Calvin’in bu şehirden çıkmasını ve bir daha bu şehire girmemesini istediler. Bu nedenle pastör olarak yaşadığı ilk deneyim oldukça zordu.

Bir anlamda Cenevre’den atıldıktan sonra, Strasburgdaki Fransız inanlı topluluğunun pastörü olarak çalışması için davet edildi. Strasburg’da geçirdiği yıllar, hayatının en mutlu yıllarıydı. Burada eşi ile tanışıp, evlendi. Bu esnada da kitap yazma fırsatını da buldu. Fakat Tanrı zavallı Calvin’in peşini bırakmıyordu. Çünkü 1541 yılında Cenevre komitesi yeni bir kararla Calvin’i tekrar geri çağırdı. Calvin’in cevabı şöyleydi: “Cenevre’ye geri dönmektense, 100 kez ölürüm daha iyi!” Guillaume Ferel’a: “Beni bağışla! Belki o şehir lanetli olduğu için korkuyorum!” Ferel ise: “Eğer Cenevre’ye dönmezsen, Tanrı seni lanetlesin!” dedi. Zavallı Calvin: “Peki Rab istiyorsa, o zaman giderim!” diyerek, gitti. Bundan sonra Calvin 20 yılını Cenevre’de ve yine zor şartlarla geçirdi. Ama şehir komitesine bazı şartlarıyla geri döndü. Kilise için yeni bir yapıyı bizzat kendisi yapmak için şartlarını şehir komitesine sundu. 4 katlı bir yapı ortaya koydu. Öğretmenler, pastörler, ihtiyarlar ve dyakonlar için bazı uygulamalar getirdi. Öğretmen adını verdikleri kişiler, akademide öğretim verebilen ya da çocukları eğitebilen kişilerdi.

 Calvin bu düzenlemeleri yaparken, bir anlamda Presbiteryenliğin babası konumuna gelmiş sayılır. Calvin, yanlızca Cenevredeki kiliseyi organize etmekle kalmadı, aynı zamanda başka şeyler de yaptı. Bu yaptıkları genelde insanların pek fazla bilmediği türden şeylerdi. Cenevre’de birçok göçmen bulunuyordu. Tüm Avrupa’da Protestanlara baskı yapılıyordu. Onlar da bu baskılardan kaçarak; Cenevreye geliyorlardı. Zira Cenevreyi sığınılacak bir yer olarak görüyorlardı. Calvin bu sığınmacılara nasıl yardım edebileceği hususunu düşünüyor ve bu konuda kaygı çekiyordu. Yüreğindeki bu istekle Cenevreye gelen sığınmacıları orada yaşayan yerli halkla kaynaştırmak, birleştirmek için bazı çalışmalara başladı. Onlara yiyecek, kalacak bir yer ve para sağlamaya çalıştı. Bazen de onlara iş buluyordu. Gelen sığınmacı ve yetim  çocuklar için sığınma evleri açtırdı. (Ki bu benim çok hoşuma gidiyor.) Calvin’in Hristiyanlığı tüm yaşamını kapsayan birşeydi. Sadece kilise ile değil; yoksullarla da ilgileniyor, onlar için kaygı çekiyordu. Bir süre için Calvin’in pastörlüğü açısından bakalım:

Calvin’in pastörlüğü konusunda elimizde çok fazla bilgi yok. Onun ne tür bir pastör olduğu hakkında fikir edinebilmek için kaynak olarak kendi mektuplarına baş vurabiliriz. Eğer Calvin hakkında tek birşey öğrenmeniz gerekiyorsa; şunu öğrenmenizi salık veririm: O, yanlızca önemli bir teolog değil; en önemlisi de o, bir pastördü. Bu her ne kadar kendi isteğinin dışında bir görev gibi görünse bile! Kendisinin çok yetenekli ve iyi bir pastör olduğunu kanıtladı. Pastör Calvin hakkında birşey daha söylemek istiyorum:

İyi bir pastör olmayı, iyi bir teolog olmaktan ayırmadı. Tersine bunları birleştirerek şöyle dedi: “İyi bir pastör olmak demek; iyi bir teolog olmak demektir.” Bu iki öğe bir arada yürürler ve birlikte çalışmak üzere güçlerini birleştirirler. Calvin’in Cenevre kentinde insanlara verdiği hizmet konusunda birkaç hikaye anlatmak istiyorum:

Calvin mektuplarından birinde kendisinin özel olarak ilgilendiği yaşlı bir kadından bahseder. Bu yoğun hayat temposu içersinde Calvin, her sabah saat 5’de bu kadının yatağının başına gelerek; ona Kutsal Kitap okurdu. Bu yaşlı kadının ölümden nasıl korkmaya başladığını anlatır. Kutsal Kitab’ın Söz’leriyle ve kendi düşünceleri ile bu kadına esenlik vermeye, rahatlatmaya çalışırdı. Yazmış olduğu aynı mektupta, bir pastörün sorumluluklarından bahsetti. Bu sözleri dikkatle dinleyin!

“Bizler ağlayanlarla ağlamalıyız. Bunun anlamı şudur: Eğer bizler Hristiyansak; komşularımızın üzüntülerini paylaşmalıyız ve onların gözyaşlarına isteyerek ortak olmalıyız. Onları rahatlatmalıyız. “

Mektuplarındaki bu sözlerinden Calvin’in gerçekten topluluğu ile nasıl derin bir iletişim içinde olduğunu anlamalı, düşüncelerini fark edebilmeliyiz. Bir başka mektubu da Fransa’da misyonerlik yapan bir grup gence, Katolikler tarafından yakalanarak hapise atıldıkları bir sırada yazılmış. Bu 5 genç mahkemeye çıkarılarak; ölüm cezasına çarptırılmışlardı. Calvin bir anlamda bu mektubu onları rahatlatmak ve teşik etmek için yazmıştı. Bu konuda yüreği çok doluydu. Bu mektubu, onların öleceklerini bilerek yazdığı anlaşılır. Onları imanlarında güçlü kalmaları için teşvik eder. Calvin’in gerçek kişiliğini ve pastörlüğü ile ilgili gerçekleri belli eden başka mektupları da elimizde mevcuttur. Doğal bir afet sonucunda eşini kaybeden bir adama (ki bu kişi de pastördü) yazmış olduğu bir mektubu elimizde var. Yani bu mektup aracılığı ile bir başka pastöre, pastörlük yapmıştı. Calvin bu mektubunda çok önemli bulduğum iki şeyi vurgulamıştı:

İlk önce arkadaşının içinde bulunduğu acıyı paylaşarak; onu anladığını söyleyerek: “Senin neler hissettiğini biliyorum. Çünkü ben de eşimi kaybettim.” demişti.

Fakat Calvin o kişiye yanlızca nasıl hissettiğini bildiğini söyleyerek, kesip atmamıştı. “Böylesine güç zamanlarda bizleri teselli eden tek şey,  Tanrı’nın yüceliğine ve iyiliğine bakmaktır.” demişti.

Şahsi fikrime göre iyi bir pastör, her zaman bu iki şeyi bir arada yapmalıdır. Eğer insanları Tanrı’ya yönlendiremezsek; bu kişiler teselliyi nerede bulacaklar? Bu esenlik nereden gelecek? Bu nedenle ben, Calvin’in olağanüstü iyi bir pastör olduğunu düşünüyorum. Calvin’in pastörlüğünü göreceğimiz bu örnek de oldukça ilginç!

Avrupa’da Michael Servetus adında sapkın öğretilere inanan bir kişi vardı. Üçlü Birliği reddediyordu. Bunu belirten iki kitap yazdı. Katolikler ve Protestanlar bu kişiye yaptıklarından dolayı çok sinirlenmişlerdi. Bu yüzden Michael kendi memleketi olan İspanya’dan kaçmak zorunda kaldı. Fransa’ya geldiğinde, Katolikler Servitus’u yakalayarak; hapise attılar. Daha sonra onu mahkemeye çıkararak; Tanrı’ya karşı küfretmekten suçlu buldular ve ölüm cezasına çarptırdılar. Fakat bu kişi her nasılsa hapishaneden kaçmayı başararak; Cenevreye gitti.

Birgün Calvin kilisede vaaz verirken, vaazının tam ortasında Avrupa’da sapık öğretisi ile ün yapmış olan Servitus içeriye girdi. Servitus’un neden Cenevreye gittiğini hala anlamıyorum? Çünkü Cenevre böylesi bir kişinin hoş karşılanamayacağı, Protestanlarla dolu olan bir yerdi. Servitus içeri girdiği anda tanındı ve yakalandı. Protestanlar da Üçlü Birliğe karşı çıkan bu adamı, en az Katolikler kadar istemiyorve tolerans tanımıyorlardı. Böylece Servitus Protestanlar tarafından da yargılandı. Calvin de uzman tanık olarak bu mahkemede istendi. Daha sonra geçen 15 yıl içersinde Servitus’un  Calvin’e bazı mektuplar yazmış olduğu ve bu mektuplarında Calvin’le fikir çatışmasına girmek istediği ortaya çıkmıştır. İşte bu nedenle Calvin, Servitus’un öğretisinin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Servitus herşeye rağmen Üçlü Birliğe karşı olan inancında direterek; herkesin önünde bunu kabul etmediğini tekrar belirtti. Bu mahkeme süresince Calvin, Servitus’e yol göstermek ve pastörlük yapmak istedi. Onunla Müjde’yi paylaşarak; içinde bulunduğu yanlıştan kurtarmaya çalıştı. Fakat Servitus her seferinde bunu reddetti. Sonra mahkemenin yargıcı Servitus’u ölüm cezasına çarptırdı. Calvin inanılmaz bir merhamet ve acıma duygusu ile hakime giderek; ölüm cezasının kaldırılmasını, daha farklı bir ceza ile cezalandırılmasını istedi. Calvin bütün bu uğraşlarına rağmen; böylesi sapık bir öğreti ile Üçlü Birliğe karşı çıkan birinin ölüm derecesinde bir ceza ile cezalandırılmasına katılıyordu. Buna rağmen daha insancıl bir cezaya çarptırılabilmesi için, gidip hakimle konuşmuştu. Calvin’in bu isteği hakim tarafından reddedildi ve Servitus Cenevre’de diri diri yakılarak öldürüldü.

Yine elimizde Servitus’la Calvin’in ilişkisine yönelik bir mektup bulunmaktadır. Mektup Servitus’in yakılmasından 16 yıl önce bu ilişkinin başladığını açıklıyordu. Calvin’in Katolik yetkililerden kaçarak Fransa’ya gittiği dönemlerde Servitus ona bir mektup göndererek; buluşmak ve neden Üçlü Birliğe inandığını açıklamasını istemişti. Paris’te buluşmak üzere randevulaşmışlardı. Calvin o gün Servitus’la Müjde’yi paylaşabilmek için hayatını tehlikeye attı. Lakin Servitus randevuya gelmemişti. Bundan da anlaşılacağı üzere, Calvin bu kişiyi kazanmak için tekrar ve tekrar çaba sarfetmişti. Bunu anlatıyorum, çünkü bu çoğu zaman tarih kitaplarında göz ardı edilir.

Vaiz olan Calvin hakkında birkaç söz söylemek istiyorum:

Calvin bu kadar içine kapanık, sessiz, sakin olmasına rağmen kürsüye çıkarak; büyük bir özgürlük ve güçle vaaz edebiliyordu. İlginç olduğunu gördüğüm birşey de; Tanrı’nın Calvin gibi utangaç bir kişiyi kullanabileceği gerçeğiydi. Vaazlarından da anlaşıldığı gibi aslında o, iyi bir vaizdi. Normalde Calvin, haftanın 5 günü vaaz veriyordu. Her seferinde farklı bir vaaz konusu sunuyordu. Pazar günleri iki kez, Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri de günde bir kez vaaz veriyordu.

1541-1561 yılına kadar (ölümüne dek); diğer sorumluluklarının yanı sıra, haftada 5 gün, her hafta vaaz verdi. Pazar sabahları çoğunlukla Yeni Antlaşma’dan, Pazar öğleden sonraları  Mezmurlardan, hafta arası da Eski Antlaşma’dan paylaşırdı. Bu vaazlar esnasında direkt olarak İbranice ve Grekçe metinlerden okuyarak vaaz ediyordu. Alışılmışın dışında, olağanüstü bir insandı.

Calvin yanlızca haftada 5 kez vaaz vermekle kalmayarak; aynı hafta içinde 3 kez de teolojik çalışmalar ortaya koyardı. Kutsal Kitab’ın içindeki kitaplarla ilgili dersler verir ve teolojik konularda da aynı şeyi yapardı. Haftada 5 vaaz ve 3 teoloji dersi.

Soru:
a)
İnsanlar bu kadar çok vaazı, seminerleri dinleyebilecek kadar kiliseye gelebiliyorlar mıydı? Daha farklı bir iş alanında çalışan insanlar ne yapıyordu.
b)
Acaba Calvin daha sonra bu vaaz ve dersleri toparlayarak, kitabını mı oluşturdu?

Yanıt:
b)
"b" Sorusunun yanıtını vererek başlamak istiyorum: Calvin’in  vaazları kaydediliyor ve dersleri de aynı şekilde yazılıyordu. Avrupa’nın birçok yerinden insanlar Calvin’le çalışmak için geliyorlardı. Daha önce bahsettiğimiz göçmen olan ailelerin de katılımı ile Cenevre’de üniversite kuruluyor ve bu üniversiteye gidiyorlardı.

a)
Evet, Calvin’in derslerine katılan kişiler çoktu. Boş sınıflara ders vermiyordu. Unutmayın ki Calvin çok ünlü bir kişiydi.

Calvin haftada 5 vaaz ve 3 kez de ders vermesine ek olarak; her Perşembe de tüm Cenevredeki pastörlerin toplantısında gözetmenlik yapıyordu. Bu toplantılarda tüm kiliselerin sorunları hakkında konuşuluyordu. Ör: Bir kadının evliliği ya da kocası ile ilgili bir problemi olduysa, sorununu bu komiteye getirir ve sorunları üzerinde durulurdu. Komitedeki kişiler bu konuyu Calvin’e götürerek; onunla birlikte bir karara varırlardı. Ya da herhangi bir kişi sarhoş olmuş, yakalanmışsa; bu komite önüne çıkması için çağırılır ve kişiden hesap sorulurdu.

Hatırlarsanız doğru bir Hristiyan kilisesini belli eden  3 öğeden bahsetmiştik. Ve bunlardan 3.’sünün de “Kilise Disiplini” olduğunu vurgulamıştık. Calvin bu konuyu çok ciddiye alıyordu.

Geçen hafta Zürih’te idim. Bir profesörle görüştüm. Profesör bir anlamda Calvin’in de başı olduğu bu komitenin Fransızca yazılan tüm kayıtlarını tercüme ettiğini söyledi. Profesörün, Calvin ve bu komitedeki kişilerin ne denli yumuşak huylu ve merhametli oluşlarına yönelik düşüncesi çok ilginçti. Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere Calvin çok aktif bir pastördü. Haftada 5 kez vaaz, 3 kez teolojik ders veriyordu. Perşembeleri tüm kiliselerdeki sorunlarla ilgileniyor ve Cuma günleri de tüm pastörlere yönelik olan Kutsal Kitap çalışmalarını yönetiyordu. Boş vakitlerinde ise düğün törenlerinde bulunuyor, vaftiz yapıyor ve kişilere birebir danışmanlık sunuyordu.

Cenevredeki son 10 yılının kayıtları elimizde bulunmaktadır. Bütün bu resmi kayıtlara göre Calvin, 270 düğün ve 70 vaftiz yapmıştır. Eğer John Calvin’i anlamak istiyorsanız; bu kişinin her zaman topluluğu için ne kadar çok çalışan biri olduğunu da algılamalısınız.

Soru: Niçin ?
Yanıt: Calvin evliydi. Bu anlattıklarımızdan da belli olduğu üzere, Calvin’in öncelik verdiği şeyler biraz karışıktı. Bu benim görüşüm. Ben genç pastörleri eğitirken her zaman aynı şeyi söylüyorum: “İlk önce aileniz, ikinci olarak hizmetiniz gelir.” Bu bizler için çok zordur. Şayet Rabbi bu denli çok seviyorsanız; diğer şeyleri bırakıp, herşeyinizi O’na vermek istersiniz. Ben Calvin’in Rabbe hizmet etmek için içinde olan tutkuyu anlayabiliyorum. Fakat ben aynı zamanda şunu da biliyorum: Tanrı sizlere bir eş verdiyse, hizmetten önce bu eş, önceliği almalıdır. Korkarım ki Calvin, bu tempo içersinde eşine ve iki çocuğuna yeterince zaman ayıramadı. Daha önce bahsetmedim ama Calvin eşi ile evlendiğinde, eşi bir duldu. Kadının önceki eşinden olan iki çocuğu daha vardı. Calvin’in hangi konularda tutkulu olduğunun anlaşılması açısından birkaç şey daha söylemek istiyorum:

Calvin evliliğinin ilk 52 haftasının, 45 haftasında kilise hizmetini yapabilmek için evde yoktu. Her ne kadar Rabbe olan hizmet aşkını takdir etsem de, diğer taraftan de karısı ile daha çok zaman geçirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Soru:
Calvin’in  bazı sağlık sorunları olduğunu biliyoruz. Sizce bu yoğun temponun sağlığına olumsuz etkileri olmuş mudur?
Yanıt
: Bu çok güzel bir soru. Calvin ne istediğini bilen ve güçle çalışan bir insandı. Günlük programlarından da ne kadar aktif bir kişi olduğunu görebiliyoruz. Normal olarak günde yaklaşık 5-6 saat uyurdu. Üniversitede iken arkadaşları onunla dalga geçerlerdi. Çünkü onlar yattıklarında Calvin ayakta olurdu. Uykudan uyandıklarında da Calvin’in yine ayakta olduğunu ve ders çalıştığını görürlerdi. Şunu söylemek çok bilgece olur: Tanrı önünde önceliklerimizin ne olduğuna çok dikkat etmeliyiz!

Soru: Servitus’un yargılandığı mahkemedeki yargıç bir din görevlisi miydi?
Yanıt: Hayır, sivil bir hakimdi.

Sorunun Devamı: Peki sivil bir otorite, dinsel bir konuda nasıl karar alıp, yargılayabilir?
Yanıt: 16. yy.’da her zaman kilise ile devlet ayrı değildi. Bu da aynı Luther’in yargılanışı esnasında olduğu gibi sivil bir hakimdi. Fakat  teolojik bir konu için toplanılmıştı. 16. yy.’da yanlış öğreti yaymak, aslında devlete karşı işlenmiş bir suçtu. Yani bu konu karşısında fazlaca şaşırmamak lazım. Zira dünyanın işleyiş şekli buydu. Kilise tarihi dersini çalışırken; 20. yy. dünyasını alıp, 16. yy. kilisesi üzerine oturtamaz ya da uyum içersinde olmasını bekleyemezsiniz.

Şimdi de Calvin’in vaaz veriş şekillerine değinmek istiyorum:

Calvin çok titiz ve itinalı bir pastördü. İnsanların problemleri karşısında her zaman hazırdı ve onlara yardım etmek istiyordu. Aynı zamanda tüm bu hayatının çılgınlığı içersinde farklı konularda, çok büyük yazı çalışmalarında da bulundu. Kutsal Kitab’ın her bir kitabı üzerine yorum kitapçıkları yazdı. Bunlar o kadar ilginç kitaplar ki, 500 yıl önce yazılmış olmalarına rağmen hala değerleri  günümüz teolog ve öğretmenleri tarafından anlaşılmakta ve okunmaktadır.

Benim bu yorum kitapları ile ilgili hoşlandığım şeyse, bu kitapların kişilere Kutsal Kitap hakkında bir öğretmen tarzında açıklamalarda bulunuyor olmasıdır. Aynı zamanda bazı anlaşılması güç teolojik konular üzerinde de çok derin çalışmalar yapmıştır. Hristiyan İlkeleri adlı kitabını 7 kez yazdığını, ve 6 bölümden 80 bölüme kadar genişlettiğini söylemiştim. Yazdığı bu kitabın üzerinde daha çok çalıştı ve 7 kere yeniledi. Kilise hakkındaki öğretiler bu kitapta tekrar ve tekrar daha derinlemesine işlendi. Böylece de kitap gittikçe büyüdü. Bu kitabı 3 kez de Fransızcaya tercüme ettiğini de biliyoruz. Çalışmaları bu kadarla kalmayıp, dünyanın faklı yerlerindeki birçok kişilerle de mektuplaştığını da hatırlıyoruz. Cenevredeki arşivlerde Calvin’in yazmış olduğu tüm mektupları bilim adamları tarafından henüz bakılmamıştır bile. Krallara, kraliçelere, imanları uğruna hapiste acı çekenlere ve diğer kişilere her zaman mektuplar yazdığını biliyoruz. Tüm bu meşguliyetlerinin ışığı altında Calvin’in kendisini öldüresiye zorladığını söylemek bence yanlış olmaz.

Cenevre’de yaşamış ve Calvin’i çok yakından tanıyan bir kişi şöyle demiş: “Gece ve gündüz, Rabbin önünde, bir an bile çalışmayı bırakmadı. “

Her ne kadar bu kişinin sözlerinde Calvin’in çalışmaları hakkında biraz abartı olsa da; yine de onun yapmış olduğu çalışmalarının yoğunluğunu iyi anlatıyor. Cenevre, Calvin’in bunca yoğun çalışmaları neticesinde ahlaki yapısını gerçekten de değiştirmişti. Calvin 1536 yılında Cenevre’ye geldiğinde, bu şehir birçok genelevler ve içki içilen yerler ile meşhurdu. Onun çabaları sonucunda tüm bu içki içilen yerler kapatıldı ve fahişelerin Cenevre’de çalışmaları engellendi. İnsanları kiliseye gelmeleri için teşvik ettiler. Aslında bu teşviği biraz da zorunluluk olarak da nitelendirebiliriz. Ör: Cumartesi gecesi çok eğlenen, geç yatan ve Pazar sabahı kiliseye gidemeyen kişileri o günlerde Calvine bildirirlerdi. Ve bu kişiler Calvin’in önünde bunun hesabını vermek zorundaydılar.

Her ne kadar bu çabalar içersinde Calvin tek başına olmasa da; Cenevre’de çok büyük bir değişim yaşanmıştı. Ve insanlar Tanrı Söz’ünün vaazı altında yaşamaya çağırılıyorlardı.

Birkaç gün önce bir kişi bana John Knox hakkında bir soru sordu: İngiltere’de bir kraliçe olan Bloody Mary adındaki bu bayan, tahta geçtiğinde çok büyük baskılar yapmaya başlamıştı. Ve John Knox bu zulümden kaçarak Cenevre’ye sığınmak zorunda kalmıştı. Bu kraliçe çok katı bir Katolikti. Kendi yönetimi zamanında birçok Protestanı öldürmüş ve zulüm yapmıştı. Kendisine Bloody (kanlı) denmesinin nedeni, çok Protestan öldürmüş olamsından ileri gelmektedir. John Knox akıllı biriydi ve Cenevre’ye gitti. Konx bu şehirdeki Tanrı sevgisine ve tanrısallığa hayran kalmıştı. Arkadaşlarına yazdığı mektupta gördüklerini anlattı. Calvin’in yarattığı bu şehir hakkında söylediklerinden alıntı yapmak istiyorum:

 “Elçilerin yaşadıkları günden itibaren dünya üzerinde kurulmuş olan en mükemmel Mesih’in okulu. Diğer yerlerde de Mesih’in vaaz edildiğini itiraf ediyorum. Ama ben daha dünya üzerinde hiçbir yerde davranış şekillerinin, hayat biçimlerinin ve dinin böylesini içtenlikle değiştirildiğine ve Reforma uğradığını görmemiştim.”

John Knox

En çok şunu anlamanızı isterim: Calvin tüm insanların tanrısal bir hayat yaşaması için kaygı çeken ve elinden gelen herşeyi yapan bir kişiydi. Hristiyanların ahlaksız olduğunu düşünen Müslümanlar, şayet Cenevre’ye giderek bu insanlara baksalardı, bu düşüncede olmazlardı. Cenevre’nin böylesine tanrısal bir şehir olmasının nedenlerinden biri, tabi ki Calvin’in pastörlüğü idi. Ama aynı zamanda onun vermiş olduğu vaazlar da bu tanrısallığı etkiliyordu.

Daha önce Calvin’in çok utangaç biri olduğunu söylemiştim. Fakat kürsünün ardına geçtiği anda çok müthiş birşey olmuştu. Ve kendini unutarak Tanrı’yı düşünerek; O’nun hakkında vaaz vermişti. Bunun sonucunda da insanların yürekleri değişmiş ve hayatları Reforme olmuştu.

Şimdi de Calvin’in vaaz vermekle ilgili görüşlerine yer vermek istiyorum:

Bu konuyu çok ciddiye alıyordu. Çünkü vaaz vermenin kendisi ile değil; Tanrı ile ilgili olduğunu biliyordu. Bu yüzden de Calvin’in vaazlarında espri bulunmazdı. Çok ciddi içerikli vaazlar veriyordu. Çünkü vaazın konusu da çok ciddi bir konuydu. Vaaz vermenin neleri gerektirdiği konusundaki düşünceleri şöyleydi:

İlk şey Calvin’e göre bir vaaz kesinlikle daha önceden hazırlanmalıydı. Onca meşguliyetine rağmen; hiçbir zaman o kürsüye çıkıp, Tanrı Söz’ünü çok iyi çalışmadan vaaz etmeye cüret etmemişti. “Eğer çalışmadan, incelemeden için yeterli zamanı ayırıp hazırlanmadan bu kürsüye çıkarsam; ben bir şarlatan olurum.” derdi.

Reform öğretisinin en büyük özelliklerinden  bir tanesi olan güçlü vaaz verebilmek, güçlü ve sıkı bir hazırlıkla birleşmeden  kaynaklanır. Calvin şunu demek istiyordu: “Şayet bir kimse Tanrı Söz’ünü iyi bilmez ve sıkı çalışmazsa, hiçbir zaman iyi bir vaiz olamayacaktır.” Bu da aynı zamanda  Reform geleneğinin bir bölümüdür.

Sizlere kişisel birşey söylemek istiyorum:

Bu Presbiteryen kilisesinde eğitimin sürdüğünü biliyorum. Yaptığınız diğer şeylerin yanısıra bu eğitim, hayatınızda yapabileceğiniz en önemli şeylerden bir tanesidir. Eminim ki Calvin sizi alkışlardı!

Calvin ve vaaz vermek konusunda anlamamız gereken ikinci şey ise; kendisinin Kutsal Kitab’ı irdeleyerek vaaz etmesiydi. İrdeleme ile kastettiğim şeyi anlatayım:

Calvin’in inancına göre; Kutsal Kitap metnini alarak ve bu metni bölerek vaaz etmek daha doğruydu. Komik hikeyeler anlatmayı ya da kendi düşüncelerinize göre vaaz etmeyi uygun bulmuyordu. Yani vaaz vermenin amacı kendi sözlerinizi değil; Tanrı’nın Söz’lerini aktarmak olmalıydı. Calvin normalde 2 ya da en fazla 4 ayet üzerinde vaaz verirdi. Bu ayetlerin ne anlama geldiğini, ne söylemek istediğini kişilerin anladığından emin olurdu. Ve böylece tüm Kutsal Kitab’ı ayet ayet, bölüm bölüm, kitap kitap incelerdi. Genelde 1 saat boyunca konuşurdu. Bu, güzel birşey. Zira daha sonra kendisini izleyen Püritanlar 3-4 saat durmadan vaaz verirlerdi.

Calvin’in vaaz vermek hakkındaki düşüncesini daha da incelersek şunu görürüz: Vaaz veren kişilerin düşüncelerinin ötesinde bazı şeylerin olması...Calvin’e göre önemli olan vaaz veren kişinin bazı sözler söyleyerek Kutsal Kitab’ı açıklaması değildi.  Bundan daha derin bir anlamda Tanrı’nın, bu kişi aracılığı ile konuşuyor olmasıydı. Calvin’in şu sözüne dikkat edin! “Kiliseye geldiğimizde konuşanın aslında ölümlü bir insan olmadığını; Tanrı’nın gizli gücü ile bizim canlarımıza konuştuğunu ve Öğretmenin O olduğunu görürüz. “

Tüm bunlardan Calvin’in vaaz verme işini ne kadar ciddiye aldığını fark edebiliriz. Zira vaaz verirken Tanrı’nın yaptığı işi yerine getirmekte olduğunu düşünüyor ve biliyordu. Calvin bazen “Saklı Güç” diye bir kavramdan bahsederdi. Bu ifadeden kasdı, Kutsal Ruh’un gizli işleyişiydi. Calvin’e göre bir pastör ya da vaaz veren kişi, Kutsal Kitab’a uygun vaaz verirse; Kutsal Ruh bu sözleri alır ve her kişinin yüreğine uygun bir şekilde uyarlardı. Calvin kendisinin bir insan olarak, Kutsal Kitap’ta yazan herşeyi  ya da sözleri; her kişinin yaşamına uygun halde uyarlayamayacağını biliyordu. Fakat bunun yerine Calvin, kendi söylediği kelimelerin Kutsal Ruh tarafından herkesin kalbine ve yüreğine, ihtiyacı doğrultusunda ve anlaması gerektiği şekilde uyarladığına inanıyordu. Kutsal Ruh’un insanda dokunmadık yer bırakmadığını söylerdi.

Aranızdaki vaizler için bunları bilmek çok rahatlatıcı olmalı. Zira vaaz verirken yanlız değilsinizdir. Calvin: “Bir vaiz olabilmek için, dünyanın en akıllı insanı ya da en iyi hitap yeteneğine sahip olmanız gerekmiyor. Ama tem tersine Kutsal Ruh sizin kelimelerinizi, düşünsel yeteneğinizin ötesine taşır.  Bu sözleri alır ve konuşma ya da hitap yeteneğinizin çok daha ötesinde insanların yüreklerine uyarlar.  Çünkü Kutsal Ruh, basit olan insan kelimelerini alarak; her insanın yüreğini deler. O insanların duymaya ve bilmeye ihtiyaçları olduğu şekliyle onlara işler .” derdi.

Şu an pastör olma yolunda olan kişilere bu sözler çok büyük bir rahatlama ve teşvik kaynağı olmalıdır. Zira Kutsal Ruh aslında sizlerin aracılığınızla, sizlerin arasında ve sizlerin de ötesinde işlemektedir.

Calvin, vaazı esnasında 3 hedefi olduğunu söylerdi.

1. Amaç, bu Söz’ü duyan topluluğun bina edilmesidir.

“Ben Kutsal Kitab’ı vaaz ettiğimde her zaman şunu kendime ilke edinirim: Yani benim vaaz ettiğimi duyan kişiler, Kurtuluşa erişmek üzere bina edilsinler. Eğer konuşmalarımda bu etkiyi yaratamıyorsam;  ben yeterince Tanrı Söz’ünü ciddiye almıyorum, aşağılıyorum demektir. “

Calvin’in bu sözlerinden ne kadar iyi bir vaiz olduğunu görebiliyor musunuz?

2. Amaç, vaizin de bu vaaz aracılığıyla bereketlenmesidir.

“Bir kişi vaaz veriyorsa; bu vaaz sadece topluluğuna bereket sağlıyor ve kendisi hiçbir şekilde  etkilenmiyor, bereketlenmiyorsa, burada yanlış birşey vardır.”

Bu yüzden şayet vaaz veren kişinin yüreği dolu ise; bu yürek, doluluğundan taşacaktır ve bu taşkın öğreti ve duygularla karşılarındaki topluluğu da bereketleyecektir.

“Ben kürsüye çıktığımda amacım sadece birilerine birşey öğretmek değildir. Ağzımdan çıkan Tanrı Söz’ü size olduğu kadar; bana da bereket olmalıdır. Şayet böyle olmazsa, çok büyük bir hata içersine düşerim.”

3. Amaç, vaaz esnasında topluluğa düşen sorumlulukla ilgilidir. O, vaaz verirken topluluğun dikkatinin başka yöne çekilmesine ya da dağılmasına izin vermezdi. Calvin’in görüşüne göre, Hristiyanlar bir araya geldiklerinde; bu birlikteliğin sorumluluğunun sadece pastöre değil, topluluğa da ait olduğu inancıydı. 

“Bir Hristiyan topluluğu kiliseye geldiğinde, Tanrı’nın vereceği bereketi almak için yanıp-tutuşan bir tutku ile aramalıdır. Eğer içinizde bu tutku olmaksızın kiliseye geliyorsanız; Tanrı Söz’ünü aşağlıyorsunuz demektir.”

İşte bu yüzden Calvin vaazı esnasında topluluğun uyumasından hiç hoşlanmazdı. İnsanların gelip, söylenen Söz’ler hakkında düşünmesini isterdi.

Calvin’in bu “Gizli Enerjiye” olan düşkünlüğü ve bunun üzerinde ciddiyetle  durması çok ilginçtir.  Zira bu “Gizli Enerjinin”  Kutsal Ruh’un işleyişi olduğunu savunur. Calvin şunu çok iyi anlıyordu: Öncelikle Kutsal Ruh, karşısındaki kişilerin yüreğinde çalışmazsa; bir pastör olarak kendisine düşen görevi yapamazdı.

Protestan Reformasyon Hareketinin onu en güzel tanımlayan özelliklerinden bir tanesi de; iyi ve köklü vaaz vermesiydi. Ve bu özellik de çok çarpıcı bir şekilde Katoliklerin vaaz verme geleneğine tezat teşkil ediyordu. Katolik papazları vaaz verirken sadece daha önceden hazırlanmış bir metni tek bir ses tonuyla, dümdüz okurlardı. Bu okudukları şey de, kesinlikle insanların algılamadığı bir dildi. (Latince) Şayet insanlar vaizin söylediği sözleri anlamıyorlarsa; bu vaize yanıt vermek ya da bundan bereket almak, tabi ki mümkün olmayacaktır.  İnsanlar Zwingli’nin çıkıp vaaz vermesine çok şaşırmıştı. Çünkü Tanrı’nın Söz’lerini daha önceden anlayabilecekleri tarzda hiç duymamışlardı. Bu nedenle Reformcular nereye giderlerse gitsinler; etraflarına bir sürü insan toplanırdı. Zira Tanrı Söz’ünün anladıkları dilde duymaları, onlara haz verirdi.

Özetlemek gerekirse; Protestan Reformunu diğer şeylerden ayıran en önemli özelliklerden bir tanesi; insanların anlayabileceği bir dilde çok sıkı, köklü ve etkili vaaz verilmesiydi. Bir kişi Calvin hakkında şöyle söyledi: “Calvin’i kürsüde görmedikce; tam olarak onun kim olduğunu anlayamazsınız.”

Soru: Tüm bu sorumlulukları taşırken; kilisede birlikte çalıştığı ve ona hesap soracak olan ihtiyarları var mıydı?
Yanıt: Her ne kadar Cenevre kilisesinde başka pastörler, ihtiyarlar bulunsa da; o zamanlar ihtiyarlar pastörle aynı seviyede değillerdi. Ama Calvin diğer pastörlere karşı sorumluydu. Tüm bu pastörlerin liderinin Calvin olduğu açıkca görünüyordu. Buna rağmen kimilerinin Calvin’in bazı davranışlarına mukabil, kendisine giderek; neden bu şekilde davrandığını soranlar olmuştu. Calvin belirli konular üzerinde birkaç kez uyarılmış ve açıklama yapması istenilmişti. Bazen çok fazla sinirlenirdi. Calvin o kadar yoğun ve o kadar sıkı bir şekilde çalışırdı ki; hata yapan kişiler karşısında zaman zaman çok sinirlenerek, kendini kaybederdi. Calvin bir mektubunda bundan duyduğu pişmanlığı dile getirmektedir. Calvin’in mükemmel bir insan olmadığını söyleme ayrıcalığına sahip olduğum için, ayrıca çok memnunum! Biz Hristiyanlar biliyorum ki; bazı kişileri olduğundan fazla yüceltebiliyoruz. Aynı zamanda bu kişilerin günahlı ve günahlarıyla mücadele eden kişiler olduğunu unutabiliyoruz.

Soru: Diğer pastörlerin vaazlerini dinler miydi?
Yanıt: Sanıyorum. Çünkü Pazar sabahı ve akşamları toplantılara gitmeleri gerekiyordu. Bu anlamda Calvin’in de bu toplantılara gittiğini düşünüyorum. Calvin pastör yetiştirdiği için, bu kişilerin vaazlarını dinleyip değerlendirerek; görüşlerini bildirirdi. Bu anlamda Calvin yanlızca halka çobanlık yapan bir kişi değil; aynı zamanda  da diğer pastörleri de yetiştiren ve eğiten bir kişiydi.

Soru: Daha önce pastör ve ihtiyarların eşit olmadığı dönemlerin olduğunu söylemiştiniz. Reform döneminde hangi sıralarda bu eşitliğe kavuşuldu?
Yanıt: Resmi eşitlikle; uygulamada olan eşitlik arasında fark vardır. Ör: İngiliz Reformasyonunda, pastörlerle ihtiyarların aynı düzeyde olduğu resmi olarak kabul görürdü. Fakat uygulamada çok açıkça bir pastörün liderliği ve eşitler arasında 1. olduğu görünürdü. Bu eşitlik İngiliz Reformasyonu esnasında geldi. Korkarım ki bugün bile, Amerika’da her ne kadar resmi anlamda eşit olsalar da; Presbiteryen kiliseleri arasında yine eşitlerin arasında 1. olarak sivrilen bir pastör bulunmaktadır. Çoğunlukla sebebi şudur: Sivrilen ya da öne çıkan pastör, genelde diğerlerinden daha fazla eğitim almıştır. Konular üzerinde daha büyük bir yetkiyle konuşabildiğinden; böyle bir sivrilme meydana gelmiştir. Fakat kilisede bazı kararlar alınması gerektiğinde, ne yapılacağı oy çokluğu ile belirlenir. Bunu, Calvin’in yaşadığı Cenevre’de de görebiliyorsunuz. Şunun değerini anlamamız, gerçekten de çok önemlidir: Calvin’in daha o zamanlardan yapmaya çalıştığı şey; bugün bizlerin sahip olduğu Presbiteryen düzenini oluşturmaktı. Böylesine sıkı bir düzeni oluşturmak oldukça güçtür.

Soru: 16. yy.’da yaşamış olan bir kişi, sizce 21. yy.’ın başlarında olan bizlerin bugünkü ihtiyaçlarını nasıl görebildi? Nasıl bilebildi? Veya bugunkü kilise, bu öğretişin ana ilkelerine bakarken; özellikle Kutsal Kitab’ı yorumlarken nelere dikkat etmelidir? Kaynak olarak bu kişilerden faydalansak da; 16. yy.’da yazılmış olan şeyler, günümüz kilisesine tam anlamıyla hitap eder mi?
Yanıt: Bence her zaman için bizlerin üzerinde etki yapan bu kültürel farklılıkları göz önünde bulundurmalıyız. İyi bir vaiz, Kutsal Kitab’ı iyi açıklayan bir kişi, her zaman için dikkatli ve iyi gözlemci olmalıdır. Tanrı Söz’ünü dua ile en saf şekliyle vaaz etmeye çalışmalıdır. Tüm bunların hepsinden çok daha önemli olan kural da; hiçbir zaman yanlız olmadığımızdır. Bir pastör olarak ben, her zaman topluluğumla ilişki içersinde olmalıyım ki, vaaz ettiğim şeyin Tanrı’nın saf Söz’ü olduğundan emin olabileyim. Calvin bazen bir köşeye çekilip; Kutsal Kitap okurdu. Ama yine Kutsal Kitab’ın topluluk olarak çalışılması gerektiğini; böylece de Kutsal Kitab’ın yorumu konusunda ortak bir anlayış ortaya çıkacağını söylerdi. Bence her zaman iyi bir pastör ya da vaiz, karşısında bulunan kişilerin, Kutsal Kitab’a ait, kendisine vereceği başka bakış açılarına açık olmalı ve bunları dinlemelidir. Zira hiçbirimiz başkasının fikirlerine ihtiyacımız olmayacak kadar zeki ya da anlayşlı insanlar değiliz. Bence Tanrı bu nedenle bizlere bazı şeyleri daha iyi anlayabilmemiz için yanımıza eşler veriyor.

Bir başka önderin açıklaması:
“Ben bir kilise görevlisi olarak görüşümü belirtmek istiyorum: Bazen kiliselerimizde kültürün Hristiyanlıktan ya da kiliseden çıkarılıp atılıması amaçlanmaktadır. Ama kültürü de yaratanın Tanrı olduğunu unutmamalıyız! Her kültürde iyi olan ya da Reforma uğratılması gereken yönler bulunabilir. Hiçbir zaman halkın içinde bulunduğu kültürü kiliseden soyutlayıp; sadece Hristiyanlıkla devam ettirilemez. Mezmurlarda, tüm ulusların Tanrı’ya hamdetmesini gerektiğini söyleyen ayetler vardır. Tüm dünyada olan her ulusun kendi kültür çerçevesinde, ve kültürünün yapılandırdığı Hristiyanlık içersinde Tanrı’yı yüceltmesi gerekir. Aradaki denge şu olmalıdır: Bir uçta Müjde’yi kültüre uyarlamak, diğer uçta da; kültürü Müjde ile yükseltmek.”

Soru:
Presbiteyen kelimesi ilk olarak ne zaman kullanıldı? İlk olarak Calvin mi bu kelimeyi kullandı?
Yanıt: Hayır Calvin’in bu kelimeyi ilk olarak kullandığını sanmıyorum. Ama Calvin’in “İhtiyar” ve “Presbiter” kelimesini kullandığını biliyorum. Zannediyorum ki bu “Presbiteryen” kelimesi İskoçya’da John Knox tarafından kullanıldı. İngiltere’de Anglikan kilisesine (Anglikan kilisesinde piskoposlar vardı) karşıt olarak bu kilise (Presbiteryen) başlatıldığından; İskoçyalılar da İngilizleri sevmediğinden, piskoposlara karşılık kendi kilisesinde Presbiterler (Yani İhtiyarlar) ortaya koydular. Böylece Presbiteryen, “İhtiyarlara inanan bir görüşte olan” bir kavram ortaya çıkmıştır.

Soru: Calvin  bugün yaşasaydı; kültürel olarak farklı öğretişlere sahip olur muydu?
Yanıt: Açık olarak bu konuda birşey var mı, bilmiyorum. Ama eminim ki Calvin bugün yaşasaydı; öğretisini biraz farklı bir çerçeve içersinde sunardı. Gerçek şu ki; hiçkimse, içinde bulunduğu kültürden kaçamaz. Fakat bizler ancak kendi kültürümüzü bilebilir; iyi taraflarını-kötü taraflarından ayırabiliriz. Calvin 16. yy.’da yaşamış bir kişiydi. O zamanlarda sapkın inanç yayan bir kişinin ölümle cezalandırılması gerektiği hususunda hiçkimsenin şüphesi yoktu. Yani Calvin’in aklından da bu tip kişiler için ölüm cezasının dışında (Ör: hapsetmek gibi) birşey geçmezdi. İçinde yaşadığı kültür, bu tür seçenekler ortaya koymuyordu. Bugün Batı dünyasında hiçkimse, değil sapkın öğreti yaymak; Tanrı’ya küfretmiş bir kişi için bile ölüm cezasını düşünemez. Buradan hareketle bakarsak, Calvin günümüzde yaşıyor olsaydı, bazı öğretileri farklı çerçeveler içersinde sunabilirdi.

Soru: Calvin’in zamanlarında bir Pazar bile kiliseye gelmeyen kişilerin komiteye hesap verdiğini öğrendik. Kilise ve toplum arasında nasıl bir ilişki vardı ki; böyle bir şeyi sorgulayabiliyorlardı?
Yanıt: 16. yy.’da öyle bir yasa vardı ki; herkesin kiliseye gitmesini gerektiriyordu. Bu yanlızca Protestanların değil; Katoliklerin de koyduğu bir yasaydı. O yy.’da gerçekten de yanlız Batı’da değil, tüm dünyada  Hristiyanlığa büyük bir eğilim vardı. Şehirlerde var olan yasalar mevcuttu. Calvin’se bu yasaları alarak; bir çobanın hassasiyetiyle insanlara uyguladı. Çok otoriter bir kişi olmasına rağmen yasaların yaptırımlarını, nezaketle yaptı.  Calvin hiçkimseyi kiliseye gelmiyor diye hapse attırmıyordu. Aslında yapılan şey şuydu: Herhangi bir kişi kiliseye gelmediğinde; bu kişi aranarak, kiliseye gelmesi gerektiği bir uyarı niteliğinde hatırlatılıyordu. Bu uyarı ile kişinin tekrar kiliseye gelmesi sağlanıyordu.

Soru: Sizce Bir vaiz ile bir çoban arasında bir fark var mı? Varsa; bu farklar nelerdir?
Yanıt: Benim anladığım kadarıyla bu iki terim arasında bir fark yoktur. Çünkü vaiz de,  bir çoban gibi topluluğunu yönlendirmeli, onları eğitmeli ve bir anlamda gütmelidir. Calvin de bence bu ikisinin eşit anlamlar içerdiği görüşündeydi. Yani bir koyun sürüden ayrıldığında çoban onu alarak tekrar sürüye nasıl katarsa; bir vaiz de aynı şeyi yapar. Topluluktan ayrılan kişileri tekrar topluluğa getirmek, bence bir pastörün görevidir.

Şu ana kadar Calvin’in pastörlüğünden, vaizliğinden ve teologluğundan bahsettik. Şimdi de onun alışılmadık bir meziyetinden bahsetmek istiyorum:

Calvin aktif bir misyoner ve kilise kurucusu idi. Bu yanı hala Batıda bile bilnmez. Oxford üniversitesinde çalışırken, doktorasını Calvin ve kilise kurmak üzerine hazırlayan bir kişi ile tanıştım. Cenevre’ye giderek arşivde bulunan bütün kayıtları incelemişti. Orada Reformasyon kitaplarında bulunmayan birşey keşfetmişti: Bu da, Calvin’in kilise kurmak için dünyanın birçok yerinde çalışmış olduğuydu. Calvin’in bu yönü de, ilim adamları tarafından bilinmemektedir. Zira çoğu zaman Reformcuların, (yanlız Calvin değil) genelde misyon ya da Rab’bin işi ile ilgili çalışmalarda bulunulmadığı, bu konu ile ilgili  olmadıkları söylenmektedir. Çok ünlü bir bilim adamı olan Gustav Warnick, Reformcular için şöyle dedi: “ Reformcular yanlızca Müjdecilik hareketini yerine getirmekte başarısızlıkla kalmayıp; aynı zamanda da bunu umursamamışlardır.” Batıda bir Presbiteryen olduğunuzu söylerseniz, sizinle ilgili çoğu zaman ön yargı budur. İleri sürdükleri ve savundukalrı mantık şöyledir: “Presbiteryenler, önceden seçilmişliğe inandıklarından; Müjde’nin yayılması ile ilgileri tabi ki olamaz.” Fakat Calvin  ise, bunun tam tersini söylemiştir: “Tanrı insanları seçtiğinden, bizler Tanrı’nın bu yüce görevine katılmalıyız.” Çünkü bu seçilmişlik aracılığıyla insanların Mesih’e geleceği ümidi vardır. Calvin yazmış olduğu “Hristiyan İlkeleri” kitabında da bu soruya cevap verir. “Seçilmişlik ya da önceden belirlenmişlik öğretisinin içersinde yüce görevi yerine getirme kavramı var mıdır?” Kitaptan alıntı olarak Calvin şöyle der: “Bizler bu seçilmişlerin arasında kimler olduğunu bilemediğimiz için; tanıştığımız herkese, sahip olduğumuz esenliği paylaşmaya çağırıyoruz.”

Çok ilginçtir ki; Calvin ve ondan sonra çoğu misyoner, “Önceden Belirlenmişlik”  öğretisini benimsemiş ve buna inanmışlardır. 

18. yy.’da yaşamış ve kilise tarihinin en ünlü isimlerinden olan George Whitefield de Calvin’le, bu “Önceden belirlenmişlik” ile aynı görüşlere sahip olmasına rağmen; çok güçlü bir vazidi. Amerikadaki Doğu bloğunda bu akımın sonucu olarak ortaya çıkmış olan uyanışa “Büyük Uyanış” diyoruz. George Whitefield bir İngilizdi. “Önceden Belirlenmişlik” öğretisine gönülden inanan bir kişi olarak motive olmuştu. Bu inanışla Amerika’nın Doğu sahilide baştan aşağı bütün eyaletleri gezerek, vaaz verdi ve Müjde’yi duyurmuştu. Bunun sonucunda da binlerce kişi Mesih’e gelmişti. Bu nedenle Calvin’in yanlızca kilise kurması ile ilgilenmek yeterli değildir. Ama  Calvin’i izleyen Calvinistler de bu anlamda yüreklerinde kilise kurmaya ilişkin arzu ve istek duymuşlardır.

Daha önce Cenevre’nin göçmenlerle dolu bir şehir olduğunu söylemiştim. Bu göçmenler Protestan sığınmacılardı. Tüm Avrupa’da kendilerine zulüm ediliyordu. Ve bu sığınmacıların çoğu da Cenevre’ye geldi. 10 yıllık süre içersinde Cenevre’nin nüfusu ikiye katlanmıştı. İspanyollar, İtalyanlar, İngilizler, İskoçlar, Fransız ve Almanlar; hepsi bir arada buluşmuşlardı. Calvin’in bu misyon işine nasıl girdiğini anlayabilmek için; tüm bu arka planda olan gerçekleri bilmek büyük önem taşır. Cenevre’de konuşulan dil Fransızca olduğundan; sığınmacıların çoğu Fransa’dan gelmişlerdi.

1550 yıllarının başlarında Calvin’in ortaya attığı bir görüşe göre, her sığınmacı kendi ülkesine geri dönmeli ve Kutsal Kitab’a uygun olan Müjde’yi ülkesinde yaymalıydı. Calvin ve beraberindeki pastörler bir plan yaptılar. Sadece insanları Fransa’ya geri göndermekle kalmadılar. Önce onları eğittiler. Altını çizmek istiyorum ki, Kutsal Yazılar’da iyi eğitim almış olmak ve bunları derinlemesine bilmek gerçekten çok önemlidir.

Orlando’da öğretmen olduğum okulda misyoner olacak öğrencilerime her zaman aynı şeyi söylerim: “Eğer misyoner olacaksanız; bu okuldaki en iyi teoloji öğrencileri olmalısınız. Çünkü eğer öğretiyi başka bir kültüre taşıyacaksanız; öncelikle teolojiyi iyi bilmelisiniz.”

Soru: Çoğu öğretilerde ülkemize gelen misyonerlerin çoğu, bu denli derin teoloji bilgisine gerek olmadığını, İsa’ya inanmanın yeterli olduğunu  söylüyorlar. Bu konuda siz ne dersiniz? Doğru mu, yanlış mı?
Yanıt: Teoloji sadece bir kağıt parçasından ibaret değildir. Teoloji herşey hakkındadır. Hayat, kilise ve tapınma hakkındadır. Teoloji sadece aklınızda, mantığınızda olan birşey değil; yüreğinizde gerçekleşen birşeydi. Calvin buna da çok katı bir şekilde inanmıştı. Şunu anlamamız gerekir: Bir insan kafasında, düşüncesinde Tanrı’nın ne olduğunu, kim olduğunu gerçekten anlarsa; bu anlayış o kişinin yüreğinde ateş yakacaktır. Eğer teoloji düşünüşünüzde var ve yüreğinizde hiçbirşey yoksa; ben sizin Şeytandan farksız olduğunuzu söylerim. Çünkü Şeytan da İsa’nın dirildiğini, O’nun Üçlü Birliğin ikinci Kişisi olduğunu ve İsa’nın RAB olduğunu herkesten çok daha iyi biliyor. Ama bu bilgi onun (Şeytanın) yüreğine dokunmamış vaziyettedir. Bu yüzden sadece akıl bilginiz var ve yürek bilginiz yoksa; teolog falan değilsiniz.

Esas soru şu olmalı bence: Eğer kafada birşey yoksa; yürek ne kadar şey bilebilir ki? Yani bu ya biri ya da diğeri sorusu değil; ikisinin de beraber çalışması olayıdır. Ben akademik bir ilim adamıyım ve bizim ardından koştuğumuz bilgi gerçekten tüm yaşantımızı, kardeşlerimizle olan ilişkilerimize kadar nüfus eden akademik bir bilgi olmalıdır.

Calvin’den okumak istediğim bir alıntı var:
“Hristiyanlık dil doktrini değil; ama yaşam doktrinidir. Ve sadece düşünüşle anlaşılmaz. Hristiyanlık yanlızca can ve ruh tarafından kontrol altına alındığında tam olarak anlaşılır. Tüm yerini yüreğin derinliklerinde bulduğu sürece Hristiyanlık bir kişinin hayatına alınır. “


İşte Calvin’in sözlerinden misyon konusundaki ilgisini görebiliyorsunuz. Hristiyanlığın sadece zihinle anlaşılamayacağını, yüreğe de temas eden birşey olduğunu söylüyor. Fransız sığınmacılar Cenevre’ye geldiklerinde, Calvin onların Rab’bi ne kadar çok sevdiklerini ve ne kadar çok hizmet etmek istediklerini bilmesine rağmen; geri dönmeye henüz hazır olmadıklarının da farkındaydı. Onların sıkı bir teoloji eğitiminden geçmeleri gerektiğine inanıyordu. Nasıl vaaz vermeleri konusunda onları eğitti. Onlara verdikleri vaazlerde pekişmeleri için fırsatlar tanıdı. Ama aynı zamanda bu kişilerin karakterlerine de baktı. İyi bir vaiz olmak ve her teolojiyi bilmek mümkündür.  Her ikisinde de iyi olunsa da; kişi yeterli derecede karakter olgunluğuna erişmemiş olabilir. Bu nedenle Calvin, bu genç vaizlerin gerçekten iyi yetişmelerine, iyi bir teolojik eğitim almalarına ne kadar önem verdi ise; aynı zamanda da onların Rab’leri ile ilişkilerinde sağlam temellere dayalı olmasını istedi.

Calvin ile öğrencileri arasındaki ilişkileri o denli yakındı ki; bu kişiler eğitimlerini tamamlayıp, ülkelerine dönüp aradan yıllar geçmiş olsa da, mektuplar aracılığıyla ondan fikir sorar ve onun tavsiyelerine ehemmiyet verirlerdi. Bazen günümüzdeki misyon grupları kişileri çalışmaları gereken yere gönderir ve orada bırakırlar. Fakat Calvin kendi gönderdiği misyonerlerle sürekli ilişki içersinde olunması gerektiğine inanıyordu.

1555 yılından, Calvin’in yaşamının sonuna kadar Fransadaki misyonerlik hareketlerinde çok büyük bir artma olmuştur. Oxford’taki arkadaşım daha önce keşfedilmemiş  çok çarpıcı istatistikler ortaya çıkardı. 1555 yılında Fransa’da birçok kilisenin kurulduğunu biliyoruz. 1559 yılına gelindiğinde ise bu kiliselerin sayısı yaklaşık 100’ü bulmuştu. 1562 yılına gelindiğinde bu kiliselerin sayısı tam olarak  2150’ye varmıştı. Bu kiliseler Calvin ve arkadaşları tarafından kurulmuştu. Şayet bu misyonerlik değilse; nedir?

Ben 7 yılda bile tek bir mezhebin, bu kadar çok fazla sayıda kilise kurduğunu görmedim. Fransa’da 1562 yılına kadar yaklaşık 3 milyon kişi iman etmişti. Aslında Fransa tüm bu istatistikler yüzünden, Protestan olmaya çok yaklaşmıştı. Fransadaki bugünkü Protestanların çoğunun atalarının Calvin’den kaynaklandığını biliyoruz.

Soru: Bizler Calvin’in yaptığı işlerin başını ve sonunu gördük. Bir taraftan kişilerin sıkı bir şekilde eğitildiğini, diğer taraftan da kilise ve inanlıların sayısının 2150’ye vardığını öğrendik. Bu patlamayı yaratan formül neydi?
Yanıt: Teke tek öğretme ve yönlendirme.

Soru:
Buradaki sayılar oldukça fazla geldi. Cenevre’de Calvin’in yetiştirdiği kişilerin ülkelerine dönerek, orada birkaç tane kilise başlatmaları ve bunun etkisiyle de tekrar pastörler yetiştirilerek kiliseler açmada, çoğalma metodu kullanılmış olabilir mi?
Yanıt: Birazdan bir mektup okuyacağım. Bu mektuptan açıkca böyle olduğunu daha net anlayabiliriz.

Soru: Günümüzde Kore kilisesi gibi, Presbiteryen kiliseleri de çok büyüdüler. Daha sonra da bir duraksama gösterdiler. Çünkü birçok pastörler değişik yerlerde en iyi üniversite ve diplomalar arar oldular. Calvin zamanında yetiştirdiği pastörler bu eğitimi nasıl sağlıyorlardı?
Yanıt: Calvin de normal bir üniversiteden mezundu. İlahiyat çalışmalarını ise kendi kendine yaptı. Ve öğrettiği kişiler de çok iyi öğrenerek, yaptıkları işi bir başkasına diploma kaygısı olmaksızın götürdüler. Önemli olan da buydu.

(Bir başka önderin konuşması)

Koredeki misyonerlik hakkında bazı kitaplar okuduğumda; şunlara rastladım: Liderler resmi olarak yılda iki kez eğitim görüyorlardı. Bu eğitimi de kilise kamplarında 2-3 hafta olarak gerçekleştiriyorlar ve daha sonra tekrar geldikleri yere gönderiliyorlardı. Burada vurgulamak istediğim şey, önce bir İlahiyat Fakültesine gidip, diploma alarak mezun olmak değil; hayat boyu süren bir öğrenim süreci içine girmekti. Bu da kilisedeki insanları direkt olarak etkilerdi. Calvin’in öğrencilerinin ülkelerine döndüğünde mektupla da olsa, deha derin bir teolojik yönlendiriş istemeleri, hayat boyu süren öğrenme sürecinin ne kadar sağlıklı olduğunu göstermektedir.

Soru: Teolojinin getirebileceği risklerden söz edebilir mi? Ör: Eğitim bazen kilise içinde farkında olmadan standart yaratıyor. Kutsal Kitap Söz’lerini bilgi olarak kullanmaya başlayabiliyoruz. İyi bir eğitim görmüş kişi, bazen kiliseye ayak uyduramıyor. Önemli olan kişiyi Kutsal Kitap ışığında mı, yoksa insan olarak mı değerlendirmek?
Yanıt: Diğer herşey gibi, teoloji de saptırılabilir ya da yanlış kullanılabilir. Şeytan’ın bile bunu yaptığını görebiliyoruz. Tabi ki Şeytan gerçek bir teolog değil. Gerçek teoloji yaşam şeklinizi de etkiler. Söylemek istediğim şu ki; gerçek teoloji ve yaşamınızda verdiğiniz meyveler bir arada gitmelidir. Bazen yeni iman kişilerin teoloji hakkında heyecenlanması çok doğaldır. Ama bu kişiler olgunluk açısından fazla gelişmiş değillerdir. Eğer gereğinden fazla meyve yerseniz; hasta olabilirsiniz. Bu örnek belki iyi bir örnek teşkil etmedi ama benim söylemek istediğim şey şuydu: Bizler için herşeyin fazlası zarardır. Aşırı yemek ya da meyve yemek de; bizlerin zararına olabilir. Kiliseler arasında fikir ya da teolojik farklılıklar olması, teolojinin kötü birşey olduğu manasını içermez. Tam tersine fikir ayrılıkları olduğu gerçeği bizleri, tekrar ve tekrar Kutsal Kitab’a yönlendirmelidir. Aslında kiliseler arasındaki öğreti farklılıkları, bulunduğunuz kilise içersindeki herkesin teolojik bilgi açısından çok daha fazla derinleşmesine ve  hızlı bir şekilde büyümesine fırsat verebilir. Protestanların ta başından beri söyledikleri şey şudur: “Bizler her zaman Reform süreci içersindeyiz. Yenileniyoruz.” Yani hiçbir zaman teolojiyi çok iyi bilemeyeceksiniz. Daha önce de söylediğimiz gibi, teolojilerin farklı olması, kilisede kardeşlerin bir araya gelerek bu konuları daha derinden araştırarak; gerçek olan öğretiyi bulmalarında, olgunlaşmalarında yarar sağlayacaktır. Zira teoloji Tanrı’yı tanımaktan başka hiçbirşey değildir.

Misyona geri dönelim:

Bazı insanlar Calvin’in 1555 yılından önce neden Müjdesel hareketlere başlamadığını merak ederler. Bunun iki genel sebebi vardır:

1)   Cenevre’de birbirleriyle savaşan farklı Protestan kesimler vardı. Bu savaş çoğunlukla teolojik açıdan değil, politik açıdandı. Calvin’in o zamanlarda bu şehirde yetkisi ya da kontrolü yoktu. Bazı kitaplarda Calvin’e “Cenevre’nin Diktatörü” deniliyordu. Fakat bu açıkca çok yanlıştır. Hatırlarsanız daha önce anlattığım Servitus konusunda Calvin hakime giderek; cezasının hafifletilmesini istemiş; ama hakim reddetmişti. Calvin her zaman istediğini alamıyordu. Özetlemek gerekirse birinci sebep, farklı Protestan gruplaşmalarının olmasıydı. 1555 yılından sonra bu gruplaşmaların bir nebze dinmesiyle Calvin, Müjdesel hareketlere başladı.

2)   Fransa kralı ölmüştü ve bu kralın yerine geçebilmek için, farklı kesimler savaşmaya başlamıştı. Fransız hükümeti kendi arasında savaşmakla meşgulken; Calvin bunu fırsat bilerek Fransa’ya çok sayıda misyoner gönderdi. (Bir arkadaşım bu esnada Calvin’in 300 kadar misyoneri Cenevre’den Fransa’ya gönderdiğini ortaya çıkarmıştır.)

Şimdi sizleri çok teşvik edeceğini umduğum birşey söylemek istiyorum:

Fransa’da kurulan kiliseler inanılmaz bir  hızla büyüdü. Bu kiliseleri kuranlardan biri, Calvin’e mektup yazarak; şöyle söylüyor: “Tanrı öyle olağanüstü yollardan çalıştı ki; bizler artık 4000-5000 kişiye vaaz vermek zorundayız.”

Gerçekten de bunların birçoğu çok büyük kiliselerdi. Başka bir mektup da Montpellier’den geliyor. Şöyle yazıyordu:  “Rab’bin Müjde’sini duymak isteyen o kadar çok kişi var ki; artık Pazar günleri toplam 5000-6000 kişiye vaaz vermek zorunda kalıyoruz.”

Toulouse şehrinden bir kişi Calvin’e mektbunda şöyle diyordu: “Tanrı’ya hamdolsun ki, kilisemiz şu anda 8000-9000 gibi büyük sayılara ulaşmıştır.”

Çoğu Fransızın Protestan olmasına sinirlenen ve kaygılanan Fransa hükümeti, Cenevre hükümetine bir protesto mektubu gönderdi. Cenevre Şehir Komitesi de: “Ne misyoneri?” dedi.

Aslında Calvin’in Fransız olması, onun Fransa’da neden bu kadar aktif olduğunu açıklıyor. Fakat Cenevre’nin uluslararası bir şehir olmasını kullanarak; Avrupadaki birçok farklı ülkelere de misyonerler göndermişti. İtalya’ya, Hollanda’ya, Macaristan’a, Polonya’ya, İngiltere ve İskoçya’ya  da kilise kurucuları ve misyonerler gönderdiğini biliyoruz. Tüm bunlara baktığımızda; Calvin’in kilise kurma konusunda çok geniş bir vizyona sahip olduğunu farkedebiliyoruz. Ör: Calvin’in İngiltere kralı VI. Edward’a yazdığı mektubunu okuduğumuzda, kralı Protestanlığa teşvik ettiğini görebiliyoruz.

Tüm bunların ışığı altında Calvin’in, İngiltere’de kilise kurulmasını teşvik etmek ve desteklemek için kişisel bir çaba  sarfettiğini anlıyoruz. Bazı insanlar Calvin için: “O, sadece Avrupa ile ilgilendi. Daha farklı yerlerdeki Müjdecilik hareketleri ile ilgilenmedi.” Bu da gerçek değildir. Aslında Calvin’in Brezilya’ya misyoner gönderdiğine dair çok kesin kanıtlar elimizde bulunmaktadır. Bundan bahsetmeden önce birşey söylemek istiyorum:

Tüm yazarların ve ilim adamlarının bunu, daha önce bizlere söylemeyiş sebeplerinden biri şudur: Calvin Fransa’ya bunca misyoner gönderirken, durum o kadar tehlikeliydi ki; bu kişilerin isimlerini hiçbir şekilde kağıda ya da yazıya geçirmeye cüret bile etmedi. Zira onların öldürülmesinden kaygılanıyordu. Bu yüzden kişileri isimsiz olarak Fransa’ya gönderdi. Bir misyoner olmak, o zamanlarda çok tehlikeliydi. Çünkü Katolik Fransasında Protestan olmak, Kutsal Kitab’a aykırı ve yanlış olarak gözüküyordu. Bu aykırılığın cezası da, ölüm olarak belirlenmişti. Bu misyonerlerin çok iyi eğitim almış olmaları gerçeğinin yanısıra, çok güçlü ve cesur kişiler oldukları gerçeğini de söylememiz gerekir.

1555-1560 yılları arasında Fransa’da Protestan nüfusu öyle çok arttı ki; baskı görmeye başladılar. Bunlardan birçoğu çok ilginç fikirler buldular: Aynı İngiliz Püritanları gibi, Tanrı’ya tapınabilecekleri huzurlu bir yer bulabilmek için; Fransız Protestanları, Amerika’da bir koloni başlattılar. İşte bu Fransız Protestanlarından bazıları Amerika ya da Güney Amerika’ya (Brezilya’ya denk düşen yerde) Tanrı’ya huzurla tapınabilmek amacıyla göç planladılar. Böylece Coligny adındaki bir Fransız Protestan, Brezilya’ya bir koloni kurulması amacıyla ortamı incelemek üzere bir grup kişiyi toparlayarak; keşif için gönderdi. Günümüz Rio de Janerio’sunun bulunduğu yerde bir koloni kurdular. Koloni kurulduktan sonra Calvin’den, kendilerine yardım edebilecek misyonerlere ihtiyaçları olduğunu bildirdiler. Bunun iki amacı vardı.

a) Fransız kolonisinin içinde bulunanlara pastör olmak

b) Özel olarak Güney Amerikadaki yaşayan halkı Mesih’e kazandırmak amacını güdüyordu.

Böylece Cenevre’den hem pastör, hem de misyoner olmaları için iki kişi seçildiler. (Pierre Ruchie, William Shartie) 1557 yılının Mart ayında Brezilya’ya gittiler. Aslında bu çok mükemmel bir plandı. Fakat başarısız oldu. Çünkü seyahat ettikleri gemi kaptanının, bir hain olduğu daha sonra ortaya çıkmıştı. Kendisini Protestan gibi gösteren kaptan, bir Katolikti. Gemi Rio De Generio’ya vardığında; misyonerleri ve koloni içinde bulunanları öldürmeleri için askerlerini kullandı. Gemide bulunan iki misyoner de ormana kaçarak; kurtulmayı başardılar. Burada insan yiyen bir kabileye sığındılar. (Şans eseri o zaman bu kabile aç değildi!) Kabiledeki kişiler bu misyonerlerin hayatta kalmalarına yardımcı oldular. Ve bu misyonerler bir şekilde Fransa’ya geri döndüler. Misyonerlerden bir tanesi o zamanlarda başlarından geçenleri yazarak, bir kitapta topladı. Bu kabile ile Müjde’yi nasıl paylaşmaya çalıştıklarını; fakat hiçbir şekilde iletişim kuramadıklarını anlattı. Her ne kadar bu çaba başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da; bizlere çok açık olarak şunu göseteriyor: Calvin’in Müjdecilik anlayışı sadece Avrupa ile kısıtlı değildi ve tüm dünyaya yayılan bir çabaydı. Artık hiçkimse Calvin’in kilise kurmakla alakası olmadığını söyleyemez.

Calvin Neden Müjdeciliğe Girdi?

Bunca misyoneri eğiterek; Avrupa ve hatta onun da ötesinde tüm dünyaya kilise kurmak için misyoner göndermesindeki, bu kadar çaba sarfetmesinin arkasındaki motive eden sebepler nelerdi?

Calvin’in Müjdecilik hareketine bu denli zaman ayırmasının ve enerji sarfetmesinin 3 sebebi olduğu söylenir:

I) Tanrı’ya Yücelik vermek için:

Yazdığı bir mektupta Müjdecilikteki ilk amacının ve isteğinin bu olduğunu söylemektedir. Bizler elimizden gelen bütün çabayı göstererek; Tanrı’nın yüceltilmesi için gayret etmeliyiz. Öyle ki tüm dünya O’nun önünde toplansın.

II) Kayıp olan kişiler için çok içten hissettiği kaygı:

“Gerçek bir Hristiyan’ın içinde her zaman, diğerlerini de Mesih’e çekme arzusu olacaktır.” der. Calvin bir kişinin gerçek bir Hristiyan olup da , diğer insanları Mesih’le tanıştırmamasını, kafasında hayaline  bile yer veremeyeceği bir şeydi.

III) Müjdenin paylaşılması:

“Bu bir Hristiyan’ın sorumluluğudur!” der. Bizler Mesih hakkında bilmemiz gereken şeyleri, sadece kendimize saklamak için değil; ama tüm bu gerçekleri Mesih’i tanımayan kişilerce de bilinmesine çaba göstermeliyiz. “Tanrı’nın iyiliğini her bir ulusa bildirmek bizim görevimizdir.” der.

Calvin’in yapmış olduğu bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum:

Her zaman vaazlarından sonra çok benzer bir dua eder ve sıkça şunu söylerdi: “Ve Müjde, tüm dünyaya ulaşsın!”

Bu nedenle Calvin’in çok güçlü bir Müjdecilik ilgisi vardı. Ben size şöyle bir şey demek istiyorum:

Eğer gerçek bir Calvinist iseniz; sadece iyi bir pastör, iyi bir teolog olmakla kalmaz, aynı zamanda iyi bir de Müjdeci olursunuz. Çünkü bu Calvin’in bizlere vermiş olduğu mirastır.

Calvin 1564 yılının Mayıs ayında öldü. Rab’be olan bağlılığını ve aşkını vurgulamak için, bir hikaye daha anlatmak istiyorum:

Calvin ölüm döşeğinde yatarken, bir arkadaşı onu ziyarete gelir. Calvin’i bir mektup yazarken bulur. Der ki:

Arkadaşı: Lütfen gücünü harcama, çok hastasın!”
Calvin: RAB beni almak için geldiğinde, bomboş otururken görmesini ister miydin?

Calvin son nefesini verinceye kadar, Rab için çalışmaya devam edecekti. O, ölümünden sonra kabrine mezar taşı konulmasını istemedi. Çünkü hiçkimsenin gelip, kendisini yüceltmesini arzu etmedi. Bu yüzden de hiç kimse bugün bile, Calvin’in nerede gömülü olduğunu bilmez. Bence bu onun, ne kadar alçakgönüllü olduğunu göstermektedir. Calvin’in tüm hayatı bizlere iyi bir teolog, iyi bir pastör, iyi bir kilise kurucusunun ne denli alçakgönüllü olduğunu göstermektedir.

Soru: Hristiyanlar mezarlıklara gittiklerinde ölmüş yakınlarını yüceltiyorlar mı?
Yanıt: Katolikler mezarlara gittiklerinde adeta hacca gider gibi, bu mezarlara dokunarak; ölmüş kişilerin bir mucize yapacağına inanırlardı.

Soru: Batıda bunlar yaşanırken, doğu kilisesinin durumu neydi?
Yanıt: Doğu kilisesinin bunlardan hiçbir haberi ve ilişkisi yoktu. 1600’li yılların başlarında çok ilginç birşey oldu. İstanbul’da Kyrillos Loukaris patrikti. Calvin’in yazılarını keşfetti. Onları okudu ve inandı. Ortodoks kilisesini, Calvinizm’e yöneltmeye çalıştı. Aslında yazmış olduğu İnanç Açıklaması, çok Calvinist’ti. Fakat düşmanları onu öldürdü. Bu nedenle Ortodoks kilisesine Calvinizm’i getirme çabaları başarısız kaldı. 16. yy.’da Protestanlar ile mektuplaşan Ortodokslardan da, herhengi bir sonuç çıkmadı. O yüzden bu kilise çok ilginç. Zira bu kilise bence, Ortodoks patriği Kyrillos Loukaris’ın ayak izlerinden giden bir kilise.

Soru: Daha önce verdiğiniz kilise ile ilgili rakamlar, teker teker bir Müjdecilik olayı mı, yoksa toplu anlamda bir iman etme mi?
Yanıt: Bazen bu paylaşımda piskoposlar iman ederdi. Kiliseye gelen kişiler de piskoposlardan duyarak toplu halde kilise olarak ve hatta bölge bölge de iman edişler olurdu.

Soru: Daha önce söylediğiniz, kiliselerin 7 yılda ulaştığı rakamların tamamı Fransa’da mıydı? Yoksa tüm Avrupa’da mı?
Yanıt: Hayır bu rakam sadece Fransadaydı. Diğer ülkelerde buna nazaran daha az sayıdaydılar. Calvin’in ve Cenevre’ye gelen sığınmacıların birçoğunun Fransız olması nedeniyle, bu büyük patlama Fransa’da görüldü.

Soru: Calvin zamanında dünyanın değişik yerlerinde kurulan bu kiliselerde şimdiki durum nedir? Bugün hala Calvinist düşünce devam ediyor mu?
Yanıt: Fransadaki kurulan kiliseler, büyümeye ve gelişmeye devam etti. Aslında Fransa’da o kadar çok Protestan vardı ki; belirli bir dönemde ülkede kral olarak bir Protestanı seçtiler. Fakat bu kral, politik baskılardan dolayı Katolik olmak zorunda kaldı. Bugün ise Fransa çok büyük oranda Katoliktir. Fransız Protestanlar ise diğer ülkelere gittiler. İskoçya, İsviçre, Macaristan gibi. (Ör: Macaristan’da hala Reform kilisesi mevcut. Politik nedenlerden ötürü savaşlarla çok kişi öldürüldüğü için; Katolikler tekrar etkin oldular.)

Avrupa’da maalesef Liberallik çökerken; Amerika’da Calvinizm tekrar canlanmakta.
 

3. Ana Baptistler:

Batı Avrupa’da 4 ana grup Hristiyan vardır:

1.      Roma Katolikliği

2.      Luther ve Lutheranlık

3.      Calvin ve Reform Kilisesi

4.      Ana Baptistler ( Roma kilisesinden ayrıydılar)

Ana Baptistler genel anlamda Lutherancı ve Reformculardan çok farklıydılar. Lutheran ve Reformcular, önemli derecede yapılanmış mezheplerdi. Ör: Pastörleri, dyakonları ve ihtiyarları ve buna benzer görev yapıları vardı. Buna karşılık Ana Baptistler çok daha az organize olmuşlardı. Bazı durumlarda ise hiç yapılanmaları yoktu. Bunun sonuçları da çok talihsiz oldu. Protestanlar, tarih sahnesine çıktıklarında; bir konuyu özellikle, tekrar ve tekrar vurguladılar. “Bizler kafamızdan yeni birşey uydurup; yaratmıyoruz.” dediler. Bu kişilerin yazılarına baktığınızda göreceksiniz ki, aslında öğrettikleri şeylerin hiçbiri yeni kavramlar değildiler. Protestanlık, İngilizce’de kelime anlamı itibariyle “Tekrar Yapılandırma” anlamına gelmektedir. (Yeniden Yaratmak değil) Reformcular kendilerinin, tekrar kilise tarihinin başında olan öğretilere geri döndüklerini söylerler. Luther ve Calvin, Oratçağ kilisesinin gerçek kiliseden koptuğunu, bu anlamda ona benzemediğini söylemişlerdir. Augustin’in öğretilerinin Ortaçağ kilisesi tarafından unutulduğunu, kenara konulduğunu öne sürmektedirler.

Aslında çok temel bir seviyede Protestanlar, Lutheranlar ve Calvin yandaşları bütün bu öğretileri ortaya çıkardıklarını, eski öğretilere geri döndüklerini iddia ederler. Lutheranlar ve Calvinistler, Ana Baptistlere karşı olduklarını açıkca sergiliyorlardı. Lutheran ve Calvinistler, Ana Baptistlerin kökten bir değişim (İnkilapçı) yapan kişiler olduklarına ve bu kişilerin, bazı şeyleri yeniden yarattığına inanıyorlardı. Protestanların tüm yazılarından anlaşılan şey; Katoliklerden hoşlanmadıklarından daha fazla, Ana Baptistlerden hoşlanmadıklarıdır. Aynı şey Katolikler için de söylenebilir. Katolikler de Protestanlardan hoşlanmadıklarından daha fazla, Ana Baptistlerden hoşlanmamışlardır.

Dersimizin arka planındaki soru şudur:

Protestanlar, Ana Baptistlerin ilkeci (herşeyi yeniden yapıcı) kişiler olduklarını neden düşündüler?

Luther, Katolik kilisesinden ayrıldığında; izeyenleri de birlikte gitmiş, ayrıca birçok farklı kişiler de Roma Katolik kilisesinin yetkisi altından kurtulmak üzere kiliseyi terk etmişlerdir. Luther, Roma Katolik kilisesinden kaçmak isteyen herkesi kontrol altında tutamadı. Birçok farklı ve garip insan, bu kiliseden ayrılmış ve ilginç bir yapıda gruplaşmalar oluşturmuşlardı. Uzun bir süre, ilim adamları Ana Baptistler hakkında çok az araştırmalar yaptılar. Bazı kişiler Ana Baptistleri, Reformcuların torunları olarak gösterdiler. Böylece aralarında negatif bir ilişki kuruldu.

Son yıllarda ise bazı kişiler, bu grupları daha da fazla incelemeye tabi tuttular. Bunlardan bir tanesi Mennonite’lar. Ana Baptistlerin liderlerinden biri olan Menno Simons adındaki kişiden isimlerini almışlardır. Bugünkü Mennonite’lar geçmişlerine ilişkin tarihi irdeleyerek; bazı şeyler ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.

Bir başka grup daha Ana Baptistleri araştırmaya koyulur. Marksist tarihçiler Ana Baptistleri, çok ilginç bir inceleme konusu olarak görmüşlerdir. Marksist tarihçiler, Ana Baptistlerin arasındaki grup farklılıklarını incelemeye ilgi duymuşlardı. Ana Baptistlere bakarken; karşılaştığımız sorunlardan bir tanesi şudur: “Ana Baptist” kelimesinin kullanılması, her zaman faydalı mıdır?

Ana Baptistler aslında iki vaftize inanmıyorlardı. Bu kelimenin anlamı (Ana Baptist) “İki kere vaftiz olmak” yani tekrardan vaftiz olmak anlamını taşıyordu.

Günümüz Baptistleri ise; iki vaftize değil, tek vaftize inandıklarını söylerler. Bu da İsa Mesih’e iman etmiş olan yetişkinlerin vaftizidir. Bu yüzden de çoğu Baptistler, kendilerinin “Ana Baptist” kelimesiyle nitelenmelerinden hoşlanmazlar.

Harvard   Üniversitesinde bulunan bir profesör, bu kişiler için başka bir kelime buldu: Onlara Ana Baptist demek yerine; “Radikaller” dedi. Tabi ki bu kelimeden de hoşlanmadılar. Ama yine de bu kelime, onları tanımlayan bir kelime olarak kalmıştır.

16. yy.’da Lutheran ve Calvinistlere oranla düşünüş ve yaşayışlarında çok “Radikal” olduklarını görebilirsiniz. Bu akım hakkında konuşurken; karşılaştığımız problemlerden bir tanesi, kendi aralarında çok büyük farklılıkların olduğudur. Ana Baptislerin içindeki bazı kişilerin, gerçek Hristiyanlar olduğu ve bazılarının da Hristiyan olmadıkları çok açıktır. Bunlar Reformasyonu sadece, dinden kaçmak amacıyle bir bahane ve yeni bir din yaratmak içinse fırsat olarak görmüşlerdir.

Bu yüzden “Ana Baptist” ya da “Radikal” kelimelerini kullandığımızda; birçok farklı görüşleri kapsayan, oldukça geniş bir gruptan söz etmekte olduğumuz anlaşılmalıdır.

Farklı nitelikteki kişileri içeren bu grubu, daha iyi anlayabilmek için; ben ve diğer arkadaşlarım, bunları birbirlerinden ayırdeden 3  farklı özellik ortaya koyduk.  Bunları gruplandırmamızda temel aldığımız nokta, kabul ettikleri en üst mercidir.

Ana Baptist Grupları                             Kabul Ettikleri En Üst Merci

1. Grup                                                Kutsal Kitab’ın Kendisi
2. Grup                                                      Kutsal Ruh
3. Grup ise                                               İnsan Mantığı

Bunlar çok genel manada sınıflandırmalardır. İçlerinde bile alt sınıflara ayrıldıklarını söylemiştim.

1.Grup: Bu grubun, Radikaller içinde en büyük grup olduklarını söylemek yanlış olmaz. Bunların çoğu birlikte sonsuz hayatı yaşayacağımız gerçek Hristiyanlardan oluşmaktadır. Fakat bu kişiler, Calvin ve Luther’in Kutsal Kitap anlayışını kabul etmeyerek; fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bunun sebebi ise; Calvin ve Luther’in gereğinden fazla teoloji ile ilgilenmeleri, ahlakla ilgilenmemeleridir. Ben açıkca bu kişilerin Reformcuları yanlış anladıklarını düşünüyorum. Çünkü Luther ve Calvin’in çalışmalarını okursanız; büyük oranda ahlak üzerine de konuştuklarını göreceksiniz. Calvin’in söylediği gibi, bir teolog olarak aklınızdaki bilgiler yüreğinizi etkilemelidir. Bu etkileşim de sizin daha fazla ahlaklı bir kişi olmanızı sağlamalıdır. Ana Baptistlerin bu 1. Grubunu tanımlayan karakteristik olarak diğerlerinden ayıran birkaç özellik vardır:     

a) İyi eğitimli değillerdi. Bu nedenle de, tarihsel teolojiye pek ilgi duymuyorlardı.

b) 1. yy. kilisesine gidip; aynı kilise yapısını, 16. yy.’a adapte etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ör: İçlerinden bazıları özel mülk edinmek yerine, herşeye ortak olarak sahip olmak istediler. Tapınmaları çok iyi düzenlenmemişti. Çoğu zaman çok basit ve sadeydi.

c) Çok pasifçilerdi. Kendilerini korumak için bile silahlanmazlardı. Pasif direnişe geçerlerdi.

d) Bu kişiler kilise ve devletin ayrı olması gerektiğine inanıyorlardı. (Ki bu, en önemli özelliklerindendir.) Ya devletle hiçbir ilişki olmaması gerektiğini; ya da devletle çalışılmamamsı gerektiğini savunuyorlardı.

e) Sadece yetişkinlerin vaftiz olması gerektiğini öne sürüyorlardı.

 

Hala bugün bile aralarında öğretilerini ya da düşünüşlerini, bu ilk Radikallerden alan gruplar bulunmaktadır. Amerika ve Almanya’da Mennonite’lar vardır. Burada önemli olan (Özellikle Amerika için geçerli) bir şey de; bugünün Ana  Baptistleri, kendi köklerinin Ana Baptistlerde olduğunu görememeleridir. Arada bir kopukluk vardır. Günümüzde  çoğu Baptist kiliseleri, köklerini  İngiliz Püritanlarda görmekteler. Bu grup da Kutsal Kitab’ı en son otoriteleri olarak kabul etmişlerdi. Fakat bunun için de bazı problemler çıkmıştır. Kilise tarihi ya da teoloji konusunda hiçbir bilginiz, isteğiniz yoksa; Kutsal Kitab’ı çok yanlış yorumlayabilirsiniz. Ör: Bazı Ana Baptistler Eski Antlaşma’ya bakarak; adamların birçoğunun birden fazla eşe sahip olduklarını gördüler. O zaman kendilerinin de birden fazla eşe sahip olabileceklerini düşündüler. Yani her ne kadar bu grup, Kutsal Kitab’ı  son yetkileri olarak kabul etseler de; hiçbir teolojik geçmişleri olmadığından, Kutsal Kitab’ın öğretilerini çoğunlukla yanlış yorumladılar.

Bazen ben insanlara Kutsal Kitab’ın çok tehlikeli bir kitap olduğunu söylerim. Şayet Kutsal Kitab’ı çok köklü ve iyi oturtulmuş bir teoloji çerçevesi içersinde inceleyip; anlamazsanız, çok büyük hatalar yapabilirsiniz. Ve ben korkarım ki, bu Ana Baptistlerden bazıları böylesi ciddi hatalar yaptılar.

Sizlere Kutsal Kitab’ın otoritesine inanan fakat Kutsal Kitab’ı yanlış yorumlayan  Amerikadaki bir grubu örnek vermek istiyorum:

Markos 16. bölümde, zehirli yılanlardan bahseder. Bu grubun hiçbir teolojik eğitimi ya da geçmişi olmadığından; iyi bir Hristiyan olabilmenin yolunu, bu zehirli yılanların zehirini içmekten geçtiğine inandılar. Bazıları öldüler.

Bu sebeple her kim Kutsal Kitab’ı, üzerindeki son yetki olarak görse bile; doğru yorumlamak çok önemlidir. Eğer iyi bir teolojiniz yoksa; çok büyük yanlışlar yapabilirsiniz.

2.Grup:Bu gruptaki Ana Baptistlerse yetki kaynağı olarak, Kutsal Ruh’a inanırlardı. Bu gruptakilere “Ruhsal” denmesinin sebebi; Kutsal Ruh’un, kendilerinin en son ve en direkt otoriteleri olduğuna inanmalarındandı. Kutsal Kitab’ı kabul ediyorlardı. Fakat daha da öte, Tanrı’nın kendi zihinlerine konuştuğu çok özel bir esin yoluyla bu otoriteyi sağladığına inanıyorlardı. Bu da onları Hristiyanlığın çok mistik bir anlayışına sahip olmalarına yol açtı. Sonuçta da, Tanrı tarafından gönderildiklerine inanılan peygamberler ortaya çıkmaya başladı.

Kısa bir hikaye anlatmak istiyorum:

Hatırlarsanız Luther, prens tarafından kaçırıldığında; Tanrı’nın kendilerine direkt olarak konuştuğunu iddia eden bir grup insan ortaya çıktı. Bu grup Wittenberg  şehrine giderek; Tanrı’nın kendilerine konuştuğunu, peygamber olduklarını, bu nedenle de halkın kendilerini dinlemeleri gerektiğini söylediler. Lutheranlar ise: “Bizim liderimiz siz peygamberler değil; Luther’dir.” dediler. Luther kendilerinin peygamber olduğunu söyleyen kişilerden bir tanesinin Kutsal Ruh’u tüy ve kanatlarıyla beraber yuttuğunu söyledi.

Başka bir grup daha vardı. (Hutterite) Bu grubun düzenine göre; kimin kiminle evleneceğine, ihtiyarlar karar verirdi. İhtiyarlar, Tanrı’nın kendilerine direkt esin verdiğini söyleyerek; insanları eşleştirirlerdi. Ancak bu grubun içersinde meydana gelen çok daha ciddi sorunlar vardı. Bazı kişiler bu ihtiyarların kılıçlarını ellerine alarak; Tanrı’nın direkt olarak öldürmesini söylediği insanları öldürmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Wittenberg’a giderek, liderliği ele almak isteyen biri vardı. Thomas Münzer. Bu kişi, 1525 yılında köylülerin ayaklanamsının başını çeken kimseydi. Munser, köylere giderek; Tanrı’nın kendisine direkt söylediğini, bu köydeki liderleri silahlanarak savaşmaları için kışkırttı. Daha sonra Munser ayaklanma başlatmak suçundan yakalanarak, idam edilmişti. Bu grup hakkında ürkütücü olan şeylerden biri de, bu kişilerin dışardaki insanları öldürmeleri gerektiğini; Tanrı’nın bunu kendilerine direkt olarak söylediğini iddia etmeleridir.

Bu grubun bir başka ilginç olan yanı da şuydu: Kutsal Kitab’ın Ortodoks öğretilerinden bazılarını reddetmek. Bazı durumlarda çok eski ve yanlış olan öğretileri kendilerine aldılar. Radikallerin içersinden sadece bir kişi, İsa Mesih’in insan olarak doğduğuna inanıyordu. (Yani İsa’nın Sonsuz Tanrı olmadığını savunuyordu.) Fakat İsa’nın itaatkar bir kişi olduğunu ve bu itaatkarlığı sebebiyle Tanrı’nın İsa’yı ikinci bir Tanrılık seviyesine yükselttiğini iddia ediyordu.

İyi bir teolojiniz yoksa ya da kilisenin verdiği teolojiyi iyi olarak algılayamıyorsanız; bu gibi hatalara kolaylıkla düşebilirsiniz. Bazıları bir insanın mükemmel bir hayat yaşayabileceğini, kimileri ise herkesin cennete gittiğini söylerlerdi. Mesih’e inanan ve inanmayan herkes.

Şayet kilisenizin öğretisi ile sağlam bir bağınız, iyi bir teolojiniz yoksa; sadece Tanrı’nın mistik esinlemelerine dayanıyorsanız, Kutsal Kitab’ı yorumlama konusunda çok büyük hatalar yapabilirsiniz.

3.Grup: Mantıkçılar demiştik. Sadece düşünceye dayananlardı. Bu gruptakiler ne Kutsal Kitab’ı, ne de Tanrı’nın esinlemelerini yetki olarak kabul etmişlerdi. Kendilerinin güvendiği en yüce otorite, insan mantığıydı. Ben şahsen bu grubun, bazı yönlerden en radikal grup olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden gruptaki kişiler birçok anlamda, modern dünyaya benziyor. Çünkü günümüz dünyasındaki herkes, tüm inançları test ederek; doktrinin kendi insan mantığına uyup-uymadığına bakıyor. Bu gruptaki insanlar tarihteki Hristiyanlığın en ana öğretilerinden bazılarını reddetmişlerdi. Çünkü tarihsel Hristiyan öğretilerinin mantıksız olduğunu düşünüyorlardı. Ör: “İsa Tanrı olamaz! Bir insan nasıl Tanrı olabilir ki! Bu mantıklı değil.” dediler.  Bunu anlayamadıklarından; tamamen reddetiler.

Aynı zamanda “Özgün Günah” dediğimiz Hristiyalığın tarihsel öğretisini de kabul etmediler. “Bunca yıl önce Adem’in yaptığı bir şeyden, ben nasıl suçlu olabilirim? Bu da mantıksız. Bu yüzden reddediyoruz!” dediler. Tabi ki reddettikleri başka doktrinler de vardı.

Ben şunu söylerken çok dikkatli olmam gerektiğine inanıyorum, lakin bu grup Hristiyan değilmiş gibi gözüküyor. İsa Mesih’in Tanrı’lığını reddeden her ne grup olursa olsun, onlara “Hristiyan” adı verilemez.

Bu gruplardan diğerleri, Kutsal Kitab’ın farklı Kitaplarını mantıksız olduğu gerekçesiyle  reddettiler.

 

Tüm bu bahsettiğimiz Ana kol Ana Baptisleri, Ruhsallar ve Mantıkçılar, hepsi; 2 ya da 3 noktada fikir birliğine varmışlardı:

a) Bebek vaftizini reddedip; sadece yetişkinlerin vaftiz edilmesi gerektiğine inanıyorlardı.

b) Hem Lutheranları, hem de Calvinistleri reddettiler.

c) Kilise ve devletin ayrı olması gerektiğine tavizsizce inandılar.

En son madde, Ana Baptistleri diğer gruplardan ayıran en önemli özelliktir. Protestanlar ise, kilise ile devletin (Zwingli) bir arada olabileceği gerçeğine inanmışlardı.

Geniş bir spektruma yayılmış bu inançların Ana Baptist adı altında toplandığını umarım görebiliyorsunuz!

Soru: 2.Grupla (Ruhsallarla) günümüz Modern Pentekostal Hareketçileri arasında bir ilişki var mı?
Yanıt: Kesinlikle bir ilişki görülmüyor gibi. Belki birkaç paralellik olsa bile; tarihsel olarak, direkt bir bağ göremiyorum. Modern Pentekostal Hareketin 20. yy.’ın başlarında başladığını söyleyebilirim. Bu grup da Kutsal Kitab’a çok değer veren kiliseler arasından çıkmıştır. Bu kiliseler de Kutsal Kitab’ın tek ve en yüce yetki olduğunu ileri sürerlerdi. Her ne kadar kişilerin, Tanrı’nın  bireylerle direkt olarak ilişkisi olduğu gibi inançlarında paralellik olsa da; bence aralarında hiçbir şekilde tarihsel bir bağ yoktur.

Soru: Bebek vaftizini reddediş nedenlerini ve yetişikin vaftizini neden kabul ettikleri hususunda birkaç şey söyleyebilirmisiniz?
Yanıt: Hatırlarsanız, Ana Baptistlerin iyi bir teolojiye sahip olmadığını söylemiştim. Bunun anlamı da Kutsal Kitab’a yaklaşımlarının basit olmasındandır. Bu kişiler Yeni Antlaşma’ya baktıklarında; bebek vaftizine ait hiçbir örnek göremediklerinden, direkt olarak bebek vaftizi yapmama kararı almışlardır. İyi teoloji bizlere, bu sorunun cevabını şayet anlamak istiyorsak; Eski Antlaşma’ya gitmemizi, diğer bir deyişle Protestanlar, Kutsal Kitab’ın belirli bir bölümüne değil; tamamına bakılması gerektiğini söylerler. Nasıl bir çocuğun sünnet edilmesi, kişinin Tanrı’nın Antlaşma topluluğu içine kabul edilmesi anlamını taşıdıysa; Yeni Antlaşma’daki vaftiz de, Yeni Antlaşma kilisesindeki İnanlılar grubundaki çocukların; bu Antlaşma topluluğuna kabul edilişini simgelediğine inanırlar. Pavlus Koloseliler 2. bölümde sünneti, direkt olarak vaftizle ilişkilendirir.

Elç. İşl. 2:39 “Bu vaat size, çocuklarınıza ve uzakta olanların hepsine, Tanrımız olan Rab’bin kendine çağıracağı herkese yöneliktir.”

Petrus burada ilk Hristiyanlara vaaz vermektedir. Çok açık olarak Tanrı’ının vaadlerinin kimleri kapsadığını (Size ve çocuklarınıza) söylemektedir. Bu sözler aslında hem çok Antlaşma’cı; hem de Eski Antlaşma’daki düşünceye dayanan sözlerdir. Antlaşma Teolojisi hakkında söylediğim şey, aslında bu teolojinin bir aile teolojisi olduğudur. Yani Tanrı her zaman değilse de, çoğu zaman aileler aracılığıyla çalışır. Ör: İbrahim gibi.

Özetlemem gerekirse, Ana Baptistler Kutsal Kitab’ı sadece belirli bir bakış açısıyla incelemişlerdir. Oysa Protestanlar Kutsal Kitab’ın bütününe bakmışlardır. Ki, bebek vaftizi konusunu tam olarak anlamak için Kutsal Kitab’ın tamamına bakmak şarttır.

Soru: Pentekostal ve Karizmatik kiliseler, Anglikan mı Ana Baptist mi?
Yanıt: Karizmatik akım 1904 yılında Los Angeles’ta başladı. Bu öğreti korkarım ki, çok iyi eğitimli olmayan Fransızların içinden çıktı. Çok yıllar bu akımı izleyen fazla birileri olmadı. 1960’lı yıllarda,  2. Akım olarak nitelendirilen ve Pentekostal Hareketle, Karizmatik Hareketi birbirinden ayıran bir akım ortaya çıktı. 1960’ta ortaya çıkan bu Karizmatik Hareket, ana  mezheplerin içine sızmaya başladı. Amerikadaki ve dünyadaki Anglikanların, Katoliklerin ve Presbiteryenlerin içine karıştılar. Daha sonra da 1970’lerde ortaya çıkan 3. Akım denen grup ortaya çıktı. Bu grup ise, hem Pentekostallardan, hem de Karizmatiklerden daha iyi eğitimli ve daha güçlü teolojik bilgiye sahip olan kişiler tarafından ortaya çıkarıldı. Bugün bu akım Vineyard adı altında bildiğiniz akımla, Fuller İlahiyet okuluyla ilişkilidir.

Özetlemek gerekirse, Karizmatik akımda 3 aşama var olduğunu söyledik. Fakat bunun yanında söyleyeceğim şey, bu kişilerin Rab’deki kardeşlerimiz olduğunu bilmemiz gerekir. Aramızda bazı farklılıklar olsa da, bunlar Mesih’teki kız ve erkek kardeşler arasındaki farklılıklar gibidir.

Soru: Reform’un doğmasına ne gibi sebeplerin yol açtığını gördük. Karizmatik ve Pentekostal Hareketlerin neden doğduğunu öğrenebilir miyiz? İnsanlar bir güç arayışına mı girmek istedi ki, böyle bir akım doğdu?
Yanıt: Ben bu akımın doğmasının güç arayışı nedeniyle olduğunu sanmıyorum. Bence Pentekostal Hareketin başlamasında çok büyük bir kesime yayılan farklı farklı sebepler var. Ana mezheplerdeki kiliseler, çoğu zaman ölüydüler. İnsanlar çoğunlukla Tanrı’yı hissetmek ve bu deneyimi yaşamak istiyorlar. Bazen sizler de, bu gibi büyük bir deneyimi yaşamayı içinizde duyuyorsanız; aşırıya kaçabilir ve kontrolü yitirebilirsiniz. Ben her zaman Mesih’teki kardeşlerimi eleştirici olmaktan korkarım! Gerçekten açık konuşmam gerekirse; bu Hareketin yükselmesindeki rolü olan kişilerin, çoğu zaman sıkı ve köklü bir teolojik anlayışlarının ya da normal bir eğitimleri olmaması beni kaygılandırır. Kısa bir hikaye anlatmak isterim:

Orlando’da biri vardı. Bu kişiyi her zaman TV’de görebilirdiniz. Bu adam Tanrı’dan direkt  esin aldığını öne sürüyordu. Ben bu kişinin herhangi bir teolojik eğitimi olduğunu zannetmiyorum. Bir keresinde TV’ye çıkıp, Üçlü Birlikte 9 kişinin olduğunu öne sürmüştü. Yani iyi  bir teolojiyle, köklü bir kilise tarihi bilgisinin yanısıra, kilisenin çok canlı ve dolu bir tapınışa ihtiyacı vardır.  Eğer insanlar tapınamada bu isteği, bu ateşi ve bu arzuyu göremezlerse; bulmak için başka yerlere gideceklerdir.

Ne Ana Baptistlerin kendileri, ne de Protestanlar Ana Baptistleri,  Protestan olarak görmüşlerdir. Bunu iyice anlayınız.

Soru:
Calvin’in yazılarında Ruhsal Armağanlarla ilgili birşey var mı?
Yanıt: Calvin peygamberlik, v.s. armağanları, ciddi konular olarak düşünmedi ve inanmadı. Hakkında ciddi şeyler yazmayı da hiçbir zaman düşünmedi. Aslında Reformculardan, Ruhsal Armağanlarla ilgili hiçbir öğreti duyamazsınız. Yani laf arasında bu konuyla ilgili birkaç şey söylenilse de; tarihsel olarak kesin oturmuş bir öğreti ya da yapılanma yoktur.

Soru: ..........Anlaşılamadı..........
Yanıt: Karizmatik Hareket sanki tüm mezheplerin üzerine çıkmış bir durumda gibi. Amerikadaki kiliselerin çoğunda adeta ölü bir vaziyet olduğundan; insanlar biraz heyecen arıyor ve Tanrı’yı hissetmek istiyorlar. Eğer bu heyecanın, bu Tanrı deneyiminin ardından Kutsal Kitab’a ya da herhangi bir teolojik temele dayanmaksızın gidilirse; sadece hisler arzu edildiğinden, sonuç böyle olacaktır.

Soru: Kilise tarihine baktığımızda, birçok bölünmeler ve ayrılıklar görüyoruz. Bu bölünmeleri ve ayrılıkları, Kutsal Ruh’un işleyişinin ışığında nasıl değerlendirirsiniz?
Yanıt: Tek bir kelime...GÜNAH...Keşke Hristiyan olduğumuzda, günahla mücadele etmek zorunda olmasaydık. Ama böyle yapmak zorundayız. Her ne mezhebe mensup olursak olalım; (Ana Baptist, Karizmatik ya da Presbiteryen) günah yüzünden yanlış yollara sapabiliriz. Ve kendi başımıza bırakıldığımızda; içimizdeki günah bizleri mutlaka yanlışa yönlendirecektir. Yeni iman ettiğimde, bu ayrılıklar beni çok üzüyor ve teşviğimi kırıyordu. Birçok Hristiyan, kilise tarihi boyunca birbirleri ile çelişiyordu. Bugünkü ben, bu ayrılıkları Kutsal Kitab’a tekrar geri dönüp çalışma ve doğruyu daha iyi anlama fırsatı olarak değerlendiriyorum.

Soru: Herkesin Kutsal Kitap hakkındaki görüşlerinin kağıda yazılması ve farklı konulardaki bu görüşlerin birleştirilerek bir yorum kitabı olarak ortaya çıkarılması hususunda birşeyler söyleyebilir misiniz?
Yanıt: Ben de kızımdan Kutsal Kitap hakkında kendi yorumlarını anlatan bir kitap yazmasını isteyeceğim. Bu çok önemlidir. Zira Kutsal Kitab’ı okuyarak, gördüklerinizi yazıya geçirme çok önemli bir olaydır. Fakat kişiler bunu tek başına değil, topluluk içersinde yapmalıdır. Herkes Kutsal Kitab’ı dikkatli bir şekilde okuyup, kendi düşüncelerini yazıya geçirerek pastörlerle tartışmak çok önemlidir. Bu, Kutsal Kitap ve iyi teoloji öğrenebilmenin en ala yoludur.

Soru: Bu elimizdeki kitap İncil çalışmak için güzel bir kaynak mı? Ya da İncil çalışmak için hangi kaynaklar iyidir?
Yanıt: Bu kitap İncil çalışmak için iyidir. Çünkü sayfaların altlarında çok önemli notlar var. Ama sadece tercüme açısından soruyorsanız; akademik ve teknik olarak en doğru tercüme edilen İncil New American Standart’dır.

Soru: Hangi Katolik kilise uygulamaları olmasaydı; Protestan görüşü doğmayabilirdi?
Yanıt: Tabi ki birkaç sebep var. Bunlardan bir tanesi Aklanma. Bir kimse Tanrı ile nasıl doğru bir ilişki içersine girebilir? Katolikler aklanmanın iyi işlerle Tanrı’nın lütfunun birleşmesi sonucunda kurtuluşa erişildiğini, Protestanlarsa bunun kesinlikle böyle olmadığını savundular.

İkinci neden de papanın yetkisi idi. Protestanlar papanın tüm Hristiyanlık üzerinde yetkisi olmadığını söylediler. Tam yetkinin papa değil, Tanrı Söz’ü olduğunu belirttiler.

Üçüncüsü ise, Araf konusuydu. Protestanlar ise bunun Kutsal Kitap’ta olmadığını söylediler.

Dördüncüsü Rab’bin Sofrası ile ilgiliydi. Protestanlar bu Sofra’da hiçbir mucize olmadığını vurguladılar. Mesih’in kişisel olarak orada olmadığını, sadece Ruhsal bir varlık olarak orada bulunduğunu söylediler.

Soru: Katolik ve Ortodokslarda, ölülerin ruhunun kurtuluşu için dua edildiğini biliyoruz. Acaba Araf’ın öyküsünün çıkış noktası bu olabilir mi?
Yanıt: Bu dikkatinizi çeken nokta, iyi bir husus. Aslında Apokrif yazılarda bir tek ayet var ki, bu ayette ölümden sonra bir orta dünya olması konusundadır. (Cennetle-Cehennem ortasında) Belki uzaktan ya da dolaylı olarak ima eden bir ayet olabilir. Kesinlikle direkt olarak böyle birşeyin var olduğunu söylemiyor.

Soru: Methodistlerin kim olduğundan biraz bahsedebilir misiniz?
Yanıt
: Methodistler Anglikan kilisesinden çıkmışlardır. John Wesley de bir Anglikan rahibiydi. Wesley, hiçbir zaman Anglikan kilisesinden ayrılmadı. Wesley aslında Anglikan kilisesinin içinde olması gerektiğini düşündüğü bir akım başlatmıştı. Fakat ölümünden kısa bir süre sonra, ayrı bir kilise olarak buradan çıktı ve kendisini farklı bir akım olarak ortaya koydu. Bunun hakkında çok ilginç olduğunu düşündüğüm birşey daha söylemek isterim:

Methodistlik Hareketini başlatan kişi büyük olasılıkla Wesley’in kendisi değil; George Whitefield’di. Aslında Methodistlik Hareketini başlatan Whitefield’in vaaz vermesiydi. Daha sonra başlamış olan bu hareketin içine Wesley girerek; bırakıldığı yerden devam ettirdi. Çok ilginç bir şey de George Whitefield, bir Calvinistti. Ama Wesley bir Calvinist değildi.

Soru: Reform Hareketlerinin başlaması için, Rönesansın başlaması mı gerekiyordu?
Yanıt: Rönesanstan önce pek Reformasyon olması düşünülemezdi. Rönesans, Reformculara; Kutsal Kitab’ı anlamaları için  lingustik (dil ile ilgili) araçları vermişti. (Orjinal dilleri öğrenebilmeleri açısından)

Sorunun devamı: O zaman şunu diyebilir miyiz?: “Rönesans da Tanrı’nın bir sağlayışıdır.”
Yanıt: Elbette. Tanrı’nın Reformasyon yolunu açmak için yaptıkları konusunda saatlerce konuşabiliriz. Çok ilginç bir hikaye.

Soru: Günümüzde Reform İlahiyatını kabul eden, Ana İnanç Bildirgesi kaç tanedir? Varsa, bu İnanç Bildirgeleri arasındaki farklar nelerdir
Yanıt: Açık söylemek gerekirse, birkaç tane var. Bunlardan bir tanesi 2. İsviçre Açıklamasıdır. Heinrich Bullinger tarafından yazılmıştır. Bence bu çok harika bir açıklamadır.

Günümüzde kullanılan bir başka Açıklama da Heidelberg Açıklamasıdır. Bu açıklamanın özelliği  çok pastörel bir açıdan yaklaşması ve sıcak bir yaklaşım sunmasıdır.

Ayrıca Belçika Açıklaması, İskoçya Açıklaması da vardır.

Şunun da belirtmeliyim ki  aslında Anglikan Açıklaması (39 madde) çok Reformist bir Açıklamadır. Ve bu Açıklama, Anglikan kilisesi içersindeki çok Reform olan kişiler tarafından ortaya çıkarılmıştır.

Soru: Rönesans  ile ilgili prensiplerden birkaç örnek daha verebilir misiniz?
Yanıt: Rönesansın getirdiği çok önemli prensiplerden bir tanesi de; Başlangıca dönüştü. Bunlar 16. yy.’daki eğitimi tekrar yenilemenin, sadece eski mantığa (Aristo, Plato ve Sokrates gibi ) geri dönmek koşuluyla olabileceğini savunuyorlardı. Fakat Reformasyon Hareketinde ise, bu kişilerin bile daha öncesine giderek; (Augustin gibi) o zamanın düşünürlerinden alınan mantıklarla kiliseyi uyandırmak vardı. Rönesansta ise buna karşılık eğitimi uyandırma hareketi söz konusuydu.

Erasmus, Rönesansın içinden gelen bir Katolikti. Buna rağmen halkın Kusal Kitab’ı kendi dilinde okuması gerektiğini savunuyordu. Bu nedenle Luther, bu düşünceyi Erasmus’dan almış olabilir.

(Bir başka konuşmacının Sözleri)

Aslında tüm bu kişilerin (Calvin, Zwingli, v.b.) yaptığı çalışmalarla beraber; Rönesansla birlikte baskı makinasının icat edilmesi, o zamanki düşüncelerin dünyaya yayılmasında çok büyük boyutlarda katkısı olmuştur. Adeta bugünkü internete bağlanmak gibiydi.

Konuşmacının Sözleri:

Tanrı bazen de teknolojiyi kullanarak; gereken ortamı hazırlıyor.

Soru: Katoliklerin, Ortodoksların Kutsal Kitap bölüm sayıları farklı. (66-69) Bunu kimler, nasıl ve neye göre belirlemişlerdir?
Yanıt: Katolik İncil’i farklıdır. İçinde Apokrif denilen bir ek bulunur. Bu mektuplar ya da yazıtlar, Yeni Antlaşma’dan önce gelen şeylerdi. Katolikler bunları Kitab’a dahil etmeye karar verdiler. Fakat Protestanlar, bunun Tanrı yetkisini tanımadığını düşünerek reddettiler. (Belki İ.Ö. 3-4. yy.’da) Yani Jerome, Latince olan Kutsal Kitab’ı böylece çevirmiş ve bu hep standart olarak böyle kalmıştır.

Soru: Reform Hareketlerini 15. yy.’a endeksledik gibi geliyor bana. Bundan daha evvel Katolik görüşe karşı hiçbir kıpırdanma olmadı mı?
Yanıt: Evet, Luther’den önce de Reformasyon çabaları ve denemeleri vardı. Fakat başarılı olamamışlardı. Ör: Çekoslavakyalı John Hus. Bu kişinin kafasındaki teoloji, Protestanlığa çok yakındı. Bu kişi Luther’den 100 yıl önce yaşamıştı. Aynı zamanda da kralın desteğine sahipti. Katolikler bu kişiyi tutuklayıp, yaktılar. Aslında kişiler bu iş için uğraş verirken, kiliseler de bu kişilerle böyle uğraşmışlardı.

Soru: Protestan camiası Kutsal Kitap’tan 66 kitap olarak bahseder. Ama orjinal metinlerde, Samuel, Krallar ve Tarihler kitabının, tek kitap olduğunu görüyoruz. Biz bunu ne zaman iki ayrı bölüm yaparak, 66 bölüm olarak okumaya başlamışız?
Yanıt: Bunun cevabını gerçekten bilmiyorum!

Ana Baptistlerin konusuna tekrar geri dönelim. Hatırlarsanız, hepimizin cevaplaması gereken çok önemli bir soru olduğunu söylemiştim:

Neden Reform Hareketindeki kişiler, Ana Baptistleri kökten yenilik getiren bir grup olarak gördüler? Reformcular, neden Ana Baptistlerden, Katoliklerden hoşlanmadıklarından daha fazla hoşlanmadılar?

İşte benim de varmaya çalıştığım nokta bu..... Hatırlayacaksınız, birçok farklı Ana Baptistler vardı. Bunlardan bir tanesi, Kutsal Kitab’ın tek yetki olduğunu söyleyen Ana kol Ana Baptistlerdi. Her ne kadar Kutsal Kitab’ı yanlış anlamış olsalar da; yine de onların en önemli otoritesi Kutsal Kitap’tı. Yine tekrarlıyorum.., bu kişiler bizlerin Rab’deki kardeşlerimizdir. Aynı zamanda Ruhsallardan bahsetmiştik. Bu grubun da, Tanrı’dan özel esin aldıklarını ileri sürdüklerini ve bu özel esinin de onların tek yetki otoritesi olduğunu anlatmıştık. Bazı durumlarda bu inanışlar onları çok talihsiz inanışlara götürdü. Üçüncü grubun da düşünceye odaklananlar olduğunu belirtmiştik. Onların en son yetki olarak kabul ettikleri ise; insan mantığıydı. Bu son grup, aslında Mesih’ten en uzak olan gruptur. İsa Mesih’in Tanrılığı dahil  olmak üzere; en önemli bazı tarihi Hristiyanlık doktrinleri reddetmişlerdir.

Bu nedenle Ana Baptistler ana başlığı altında, gerçekten de çok farklı gruplar bulunmaktadır.

Şimdi Ana Baptistliğin nerede başladığı sorusunu yöneltmek istiyorum:

21 Ocak 1525’te, saat 16:36’da başladı. Bu zaman hakkında çok da emin değilim ama zannederim bu olay Zürih’te öğleden sonra Conrad Grebel’ın,  George Blaurock adındaki bir kişiyi vaftiz etmesiyle başlar. Bu da Reformasyon döneminin ilk yetişkin vaftiziydi. Bu olay Zürih şehrini çok karıştırdı. Aslında bu olayın olması, Zwingli’nin 2-3 yıl önce öğretmiş olduğu şeye dolaylı yoldan geri dönülmesiydi. Adeta bir saygı gösterimiydi. Hatırlarsanız Zwingli insanlara, bütün gelenekleri bırakıp, Kutsal Kitab’a geri dönerek, kaynağına bakmalarını söylüyordu. Conrad Grebel adındaki bu kişi, Yeni Antlaşma’da bebeklerin vaftizine dair hiçbir örnek göremiyordu. Zwingli’nin de yaptığı gibi bu kişi de, Kutsal Kitab’ın tamamına bakmakta başarısız olmuştu. Bu olaylar bizlerin, günümüzde Ana Baptist Olayları olarak bildiği akımın gelişiminde çok büyük rol oynamıştır. Fakat bu yanlızca teolojik bir soru ya da sadece Kutsal Kitab’ı araştırma problemi değildi. Vaftiz olayına ilişkilendirilmiş, çok önemli bir politik hüküm olayı vardı. Hatırlarsanız, Protestanlıkla devletin çok yakından ilişkili olduğunu söylemiştik. Bir çocuk Zürih’te vaftiz olduğunda; bu sadece kişinin kiliseye girişini simgelemezdi. Aynı zamanda vaftiz olmak, o bölge için kişinin vatandaşlığa girmesiydi. Bu anlamda kilise ile devlet arasında hiçbir ayrım yoktu.

Tüm bunların ışığı altında Conrad Grebel adındaki kişi, yetişkin bir insanı vaftiz edip; üstüne üstlük de bebek vaftizini reddedince, onun bu tutumu devlete karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edildi. Bebek vaftizini reddetmek; İsviçre vatandaşlığını reddetmekle aynı kefeye konulduğundan; bu davranış hükümete karşı suç sayılırdı. İhanetin cezası ölümdü.

Bence bu olaylar o günlerde ortamın ne kadar karmaşık olduğunu bizlere açıklıyor. Bugünse bizler hiçkimseyi, vaftiz konusunda fikirleri değişik diye öldürmezdik. Çünkü onlar bizlerin Mesih’teki kardeşlerimizdir. Fakat 16. yy.’da herşey çok daha farklı işliyordu. Çünkü politika gereğinden fazla, bu vaftiz konusu ile iç içeydi. Conrad Grebel aynı zamanda Zwingli’nin arkadaşıydı. Bu ikisi arasında eğer Grebel bu vaftizi gerçekleştirirse, sonuçların neler olacağı konusunda çok yoğun konuşmalar geçmişti. Grebel bu vaftizi gerçekleştirdikten sonra, şehri terketmesi için 8 gün süre verildi. Grebel şehirden ayrılmaya karar verdi. 2 yıl sonra Grebel’ın yetişkin vaftizini yaparken kullanmış olduğu evin sahibi, bebek vaftizini reddetmekten ölüme mahkum edildi. Aslında bu, zıtlık içersinde olan bir ölümdü. Sapkın öğreti yayan kişilere yapıldığı üzre yakılarak öldürülmek yerine bu kişi; son vaftiz olarak nehirde boğulmuştu. Ana Baptistlere karşı olanlar sadece Protestanlar değil; Katolikler de onlara karşıydı. Kral V. Charles tüm Almanya’da bebek vaftizini reddetmeyi ya da vaftiz olmuş bir kişiyi ikinci kez vaftiz etmeyi, devlete karşı suç işlemek olarak uygulamaya soktu. Bu nedenle de Protestanlar ve Katolikler, katı bir şekilde bu konuyla ilgileniyorlardı.  Kayıtlara göre, bu öğretinin başlamasından itibaren, yüz yıl içersinde Katolikler ve Protestanlar bu yüzden 5000 kişiyi öldürmüşler.

Buradan da anlaşılacağı gibi Katolikler ve Protestanlar, Ana Baptistleri hem fanatik, hem de kökten değişimci olarak görmüşlerdi. Bir kişinin kendi öz vatandaşlığını reddetmesinin, dünyada karmaşaya yol açacağına inandıklarından; bu kişilere fanatik denmişti. Yine de Protestanlar kendilerine karşı köylüleri ayaklandıran kişinin bir Ana Baptist olduğunu ve binlerce Protestan’ın öldüğünü asla unutmuyorlardı. Bu yüzden Ana Baptistlerin her şeye karşı çıkmalarından korkuyorlardı. Her ne kadar Ana Baptistler, gözü dönmüş çılgın kişiler olmasa bile; aralarında bazı ilginç kişiler de bulunmaktaydı.

Sizlere bu garip kişiler olan Ana Baptistlerle ilgili bir hikaye anlatmak istiyorum:

Bunlardan bir kişi İşaya’da verilen peygamberlik sözlerini okur. Bu bölümde İşaya, Tanrı’yı tahta otururken görür. İşaya bu görümden sonra, kendisi hakkındaki gerçeğin farkına varır ve şöyle der: “Vay bana! Ben dudakları kirli bir adamım!” Hatırlarsanız bu görümden sonra melekler gelerek ateşle İşaya’nın dudaklarına dokunarak: “Bundan sonra senin dudakların temizdir.” der. Ana Baptistlerden birinin aklına çok zekice bir fikir hasıl olur. Ve İşaya’nın yaptığı aynı şeyi yapmak ister. Kor durumda olan bir kömürü alarak; kendi dudaklarına bastırır. Bunu yaparken, sokaklarda dolaşarak: “Vay halime! Ben dudakları kirli bir adamım!” diye bağırır. Ama dudakları o denli şişmiştir ki; konuşamaz bile.

Bu nedenle size daha önce de söylediğim gibi, iyi bir teolojiye sahip olmadan Kutsal Kitab’ı araştırıp; anlamaya çalışırsanız, sonuçta bunun gibi çok ilginç ve üzücü şeyler olabilir. Bu ve bunun gibi birçok hikaye Protestan ve Katolik çevresinde bir hayli yayıldı. Böylece de Ana Baptistlerin adı fanatiğe çıktı.

Şimdi sizlere Ana Baptistlerin tüm Avrupa’da çılgın ve gözü dönmüş kişiler olarak tanınmasına sebep olan, Almanya’da geçen üzücü bir hikaye daha anlatmak istiyorum:

1532 yılında bu şehir, kendisini büyük karmaşaların içinde buldu. Yerel piskopos ile, şehir komitesi arasında büyük bir anlaşmazlık ve ayrım vardı. Tarımdaki ekinler ürün vermemişti. Kara bela bu şehire gelmişti. Çok insan ölmüştü. 1532 yılında halk arasında büyük bir huzursuzluk ve karmaşa vardı. Böylesine zayıf temelleri olan bir topluluğa, Lutheran bir kişi geldi. Bu kişinin adı Bernt Rothman’dı. Şehirdeki insanlara Protestan müjdesini vaaz etmeye başladı. Şehir komitesi bir süre sonra tüm şehrin Lutheran olması gerektiğine karar verdi. Daha sonraki iki yıl için herşey iyi gitmişti. Bu iki yılın sonunda Bernt Rothman, Hollandalı olan İan Matthys adındaki bir kişinin yazdığı bir kitabı okur. Hollandalı yazarın teolojik hiçbir bilgisi yoktur. Aslında o bir fırıncıdır. Fakat o, Tanrı’nın kendisine direkt olarak konuştuğunu ve şöyle dediğini ileri sürer: “İsa Mesih gelinceye dek tüm dünyayı temizlemen gerek!” Bu temizleme işinden kast edilen şeyin, eline bir kılıç alarak vaftiz olmayan kadın, erkek ve çocukları öldürmek olduğunu ileri sürer. “Dünyayı tüm imansızlardan ayır ve Mesih’in gelişine dek saf bir hale sok!” Sözde Tanrı’nın kendisine verdiği esin sözü buymuş. İan Matthys kitabının Bernt Rothman tarafından okunduğunu duyar ve Almanya’ya yolculuk eder. Rothman tüm şehri ele geçirir ve herşeyi alt-üst eder. Bu şehrin tüm politik kontrolünü ele alır. Der ki: “Burası artık Münster şehri değil; yeni Kudüs’tür. Bizler de buradan başlayarak; İsa Mesih’in gelişine dek, tüm dünyayı temizleyeceğiz.”

Bu sırada şehirdeki Protestanlar, olabildiğince çabuk şehirden uzaklaşmaya çalıştılar. Bernt Rothman vaftiz olmuş tüm yetişkinleri, tekrar vaftiz etti. Rothman yeni Kudüs’ü yaratırken; şehir surlarına baktığında görmüş olduğu erkekleri askere benzetir. Bu adamın yaptıklarından  dolayı endişe duyan Katoliklerin bir ordu kurduğu daha sonra anlaşılır. Bu askerlerin şehrin etrafını sardığını gören Matthys, bunun terör olabileceğine karar verir. Tüm kitaplar toplanarak, yakılır. Münster şehrinin kominist bir şehir olmasını ister. Hiçkimsenin özel bir şeye sahip olmamalıdır. Kişilerin sahip olduğu şeyler bir araya getirilerek; Matthys’e devredilir. Ör: Münster şehrinde olan bir demirci kullandığı aletleri vermeye razı olmaz. Matthys bunu duyduğunda, adamın çalıştığı yere giderek; bıçağını çıkarıp, adamı öldürür. Bu sırada da şehir surlarının ötesindeki Katolik ordusu giderek büyür. Matthys Tanrı’dan başka bir görüm alır. Bu görümde Tanrı Matthys’e, Eski Antlaşmadaki Gideon’un yeni bir versiyonu olduğunu söyler. Nasıl Eski Antlaşma’da Gideon 300 kişilik küçük bir ordu ile, büyük orduyu yendi ise, Matthys’e de Tanrı’dan aldığı görüme göre sözde yanına bir grup insan toplayarak; surların arkasındaki Katoliklere saldırmasını söyler. Elindeki bir avuç insanla saldıran Matthys, tüm gruptaki kişilerle birlikte ölür. Bundan sonra Münster şehrindeki herşey daha da kötüleşir. Matthys’in arkadaşı olan John, Leiden şehrinden gelir. John bir teolog değil, Hollandalı bir terzidir. Kendi liderinin öldüğünü duyduğunda, tüm giysilerini yırtar ve çırılçıplak sokaklarda dolaşır. Herkese Mesih’in gelişinin çok yakın olduğunu bağırır. Daha sonra 3 günlük bir transa girer. Bu esnada Tanrı’dan şöyle bir görüm alır: Mesih şimdiden yeni Kudüs’e gelmiştir. Yeni Mesih kendisidir. Bu adam Mesih olduğunu düşünerek; kendisine “Evrensel Doğruluk Kralı” adını takar. Bu şehirdeki kişilerden kesinlikle itaat ister.

Kendisine itaat etmeyen kişileri öldürdüğünü biliyoruz. Şehir surlarının ardındaki ordunun bir gecede iki kat arttığını fark eder. Protestanlar ordularını Katoliklerle birleştirerek, Münster şehrini çepeçevre sarar. Aslında bu şehrin etrafında  ekonomik bir barikat kurulmuştur. Tüm şehirde açlık ve kıtlık vardır. Etrafta insanların birbirlerini yemeye başladıklarına dair hikayeler bile anlatılır. Bu kuşatma 6 ay boyunca sürer.

Açlığa dayanamayan birkaç asker gizlice kaçarak, Katolik ve Protestanların oluşturduğu orduya katılırlar. Bu askerler şehirdeki savunmaya açık olan heryeri orduya aktarırlar. 1535 yılının Haziran ayında, hem Katoliklerin ve hem de Protestanların birleşmiş kuvvetleri, Münster şehrine saldırarak; kral John’u yakalarlar. Bu kişiyi bir kafese kapatarak, tüm Avrupa’da dolaştırıp; şöyle derler: “İşte bir Ana Baptist buna benzer.” Daha sonra da işkence ile öldürülür. Ölümü çok ilginç olur. Ne kadar işkence görürse görsün, yine de ses çıkarmaz. Adeta transa geçmiştir ve hiçbir acı ve duyumsaması yoktur. Ölü bedeni bir kafese konularak; kilise kulesine asılır. Vahşice gözükmesine rağmen, amaçları kökten değişimci olan bu Ana Baptis’tin neye benzediğini herkese göstermektir. Tüm Avrupa’da bebek vaftizini reddeden her kişi artık, Matthys ya da John gibi fanatik kişlilerle eş tutulur.

Yaşanan bu olayın, tüm Avrupa’da psikolojik etkileri çok büyüktü. Bu olaylardan sonra onların önünde iki örnek vardı. İlk örnek köylülerin Alman hükümetine baş kaldırısı, ikinci örnekse; bu son olaydı. Biraz daha olumlu bir noktayla bitirmek istiyorum:

Ana Baptistlerin tümünün bu şekilde çılgın olmadıklarını biliyoruz. Ama bütün Avrupa böyle algılıyordu. Bu her Ana Baptist böyle değildi. Birçoğu, diğerlerine oranla çok daha ılımlılardı. 1527 yılında yazılan İnanç Açıklamalarından (Schleitheim İnanç Açıklaması) bunların tümünü okuyabilirsiniz. Bu Açıklama Michael Schlatter tarafından yazılmıştı. Bu kişi Conrad Grebel ile Zürih’ten ayrılanlar arasındaydı. Schlatter, birkaç ılımlı Ana Baptistle birlikte; kendilerinin neye inandıklarını yazmaya karar verir. Schlatter bu açıklamada, iyi bir Ana Baptistin inanması gereken ya da inandığını söylediği; 7 maddeyi ileri sürer.

 

            1.Madde: Bebek vaftizinin reddi ve sadece yetişkinlerin vaftiz edilebileceğine yönelik olan maddeydi. Bu maddede belirtilen en ilginç nokta ise, Roma Katoliklerinin  en büyük günahının bebek vaftizi yapıyor olmalarını söylemesiydi. Neden bir kilisenin en büyük günahının bebek vaftizi olduğu söylensin ki?...Çünkü vaftiz, kilise ile devleti birleştiren bağ idi.

            2.Madde: Belirtildiğine göre bizler tamamen saf bir kiliseye inanıyoruz. Bu kilise içersinde ahlaki açıdan bozuk bir kişi varsa; bu kişi hemen kiliseden uzaklaştırılmalıdır. Bu kişi kati olarak kilisenin saf olması gerektiğini söyledi. Schlatter’e göre kilise, inanlı olmayan arkadaşınızı çağırabileceğiniz bir yer değildi. Fakat Katoliklerin ve Protestanların inancına göre ise kilisede, hem buğday; hem de diken olmalıydı. Gerçi Protestanlar da kilisenin saf bir yer olması gerektiğini anlıyorlardı, ama yine de inanlı olmayan kişilerin de kiliseye gelerek Söz’ü dinleyebileceklerini savunuyorlardı.

Birkaç maddeye daha değinmek istiyorum:

Bir diğer maddeye göre ise, Ana Baptistlerin kendilerini her türlü kötülükten ayırmaları gerektiği hususuydu. Bunun anlamı, devletle hiçbir ilişkilerinin olmayacağı ve devlete hizmet etmeyecekleriydi. Özellikle altını çizdiği şey şuydu: Hristiyanlar silahlanarak devletin altında, devlet için savaşmamalıydı.

Sonuncu olarak Schlatter’in üzerinde durduğu madde; asla sadakat yemini edemeyeceğinizdi. Kendi ulusunuza hiçbir şekilde sadakat yemini edemezdiniz.

Schlatter’in ileri sürmüş olduğu tüm bu maddelerde, dolaylı ya da alenen söylenen düşünce şuydu: Kilise ve devletin ayrı olması gerektiği... İşte Ana Baptistlerin tam olarak bu İnancı, (Kilise ve devletin ayrı olması gerektiğine dair olan düşünce) Protestanlar ve Katoliklerce,  onların hain olabilecekleri hususunda düşündürdü ve korkmalarına sebep oldu. Bu nedenle böylesine dostça ve ılımlı gözüken İnanç Açıklaması bile, diğerlerinin gözünde ürkünç ve korkunç bir İnanç Açıklamasıydı. Protestan ve Katoliklerin bu Açıklamadan ne kadar korktuklarını gösterebilmek için bir olay anlatmak istiyorum:

Schlatter, Roma Katolikleri tarafından tutuklandı. Kısa bir mahkemeden sonra sapık öğreti yaymaktan değil; vatana ihanet etmekten suçlu bulundu. İlk önce onu idam etmek için dışarı çıkardılar. Ama ölümünü uzattılar. Hain olduğu için önce dilini kestiler. Çünkü vatana ihanet etmesini sağlayan ve yanlış öğretiyi yaymasına neden olan, bu dildi. Maşaları ateşe koyarak kor haline gelinceye dek ısıttılar. Daha sonra bunlarla bedeninden parçalar kopardılar. Bu esnada Schlatter hala yaşıyordu. Ve bu işkenceden ölmeden, çok az bir süre önce de yakmaya başladılar.

İşte bu hikaye, Protestanların ve Katoliklerin, Ana Baptistler hakkında neler hissettiklerini çok iyi anlatıyor. Dersin en başındaki sizlere verdiğim soru şuydu: Neden Protestanlar, Ana Baptistlere karşı bu denli düşmanca tavır içindeler? Çünkü Protestanlar Ana Baptistleri, sadece sapık öğretişe inananlar olarak değil; aynı zamanda vatan haini olarak görüyorlardı. Bunun sebebi de, kilisenin ve devletin ayrı olması gerektiğine inanmalarıydı. Bu hikaye oldukça üzücü ama gerçek bir hikayedir.

Soru: Genel olarak Baptistlerle, Ana Baptistler arasında herhangi bir ortak inanç ya da farklılıklar var mı?
Yanıt: Günümüzdeki ya da geçmişteki Baptistler, Ana Baptistlerden çok farklıdırlar. Her ne kadar vaftiz konusunda fikir birliğinde olsalar da; aynı şey değildi. Ör: Roma Katolikleri, İsa Mesih’in Tanrı’lığına inanırlar. Protestanlar da öyle. Ama her ikisi aynı şey değil, öyle değil mi? Genel anlamda günümüz Baptistleri, 16. yy.’dan kaynaklanmıyorlar. Bunlar, İngilteredeki Protestan ve Anglikan kiliselerinden gelmektedirler. 17. yy. Püritanları da, bebek vaftizi konusunu inceliyorlar ve sonunda yetişkinlerin vaftiz edilmesi konusunda karar alıyorlar. Tarihsel anlamda konuşursak Ana Baptistlerin, Protestan olmadığını söyleyebilirim. Ama Baptistler, Protestandırlar.

Soru: Ana Baptistlerin kilise yapısı hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Yanıt: Aslında pek fazla kilise yönetimi diye birşey yoktu. Çok basit ve sade bir anlamdaydı. Belki de yaptıkları tek şey, Söz’ü vaaz etmekti. Ana Baptistlerin kiliseleri çoğu zaman ev kiliseleri gibiydi. Her bir kilise de birbirinden çok farklıydı. Hatırlarsanız Ana Baptist hareketi, tek bir hareketlilik değildi. Bu hareketin içersinde birçok farklılık vardı.

Soru: Katliamların yapıldığı zamanlarda, yapan kişiler gerçekten inanlı kişiler miydi? Ellerinde Kutsal Kitap bulunuyor muydu? Zira Kutsal Kitap bizlere adam öldürmememiz gerektiğini söyler.
Yanıt: İlk olarak Kutsal Kitap’ta, ölümle cezalandırılacak bazı şeyler olduğunun vurgulandığını görebiliyoruz. Bununla ilgili cezaları, Eski Antlaşma’da görebiliriz. Bundan daha da önemlisi, 16. yy.  dünyası, çok farklı bir dünyaydı. Sapık öğreti suçu çok ciddiye alınıyordu. Unutmayın ki, ilk kilisede binlerce Hristiyan, imanları uğrunda can vermişlerdi. Ör: İsa Mesih’in Tanrı olduğunu reddeden bir kişi  ortaya çıktığında, bu hatanın sadece ölümle düzeltilebileceğine inanıyorlardı. Bizler bugün çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Hatırlatmak isterim ki, günümüz Hristiyanarı farklı görüşteki bir kişinin öldürülmesi konusunda asla aynı görüşte değildir. Böyle bir şey, kesinlikle düşünülemez. Şahsen ben, Ana Baptistleri öldüren Katolik ve Protestanların, yanlış şeyler yaptıklarını düşünüyorum. Yaptıklarını savunmuyor, sadece gelişen olayları sizlere aktarmaya çalışıyorum.

Soru: Bütün bu kişilerin öldürülmeleri ile ilgili şöyle bir şey işitmiştim: Sapık öğreti yaymak, ruhsal anlamda cinayet sayıldığından;             öldürülmeleri gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu doğru olabilir mi?
Yanıt: Bilemeyeceğim. O yy.’da Hristiyanlık, imparatorluğa girdiğinde ve imparatorluğu kontrolü altına aldığında; hem toplumsal, hem de dinsel kuralları onlar belirlediler. Kilise ile devlet arasında o kadar yakın bir ilişki kuruldu ki; kilisenin kararları, devletin kararları anlamına geliyordu.

Soru: Günümüzde İngiltere ve İrlanda’da artık devlet ve kilise ayrıldığına göre, hala neden Protestan ve Katolikler arasında fikir savaşı var? Bunun nedeni eskiye mi yoksa siyasi bir nedene mi dayanıyor?
Yanıt: Nedeni, dini etkiler olsa da;  önemli ölçüde politik bir problemdir. Ben bunun Reformasyon dönemlerine kadar uzandığına inanmıyorum. Çok daha günümüze yakın zamanlarda olan bir şey.

Soru: Biz Presbiteryenlerin çocuk vaftizi konusuna dair görüşümüze yıllardır sadece büyük vaftizinin geçerli olduğuna dair delil olarak; 3. yy.’daki Saint John vaftizini örnek getiriyorlar. Siz ne diyorsunuz?
Yanıt: Bu konu hakkında anlaşılması gereken 3 şey var:

a) Bu kilise 1. yy.’dan değil, 6. yy.’dan kaynaklanmaktadır.

b) Yani bu vaftiz havuzu herkes için kullanılan bir havuz değildi. Rahip olan ya da manastırda bir hayata başlamak üzere olan kişilerin (Yetişkinlerin) kullandığı bir havuzdu. Vaftiz olmadan önce bu kişiler oruç tutar ve beyaz giysiler giyerlerdi. Kısacası bu, Hristiyan olduğunda kişilerce kullanılan kullanılmaz, sadece insanların manastır hayatına girmeden önce vaftiz edildiği bir havuzdu.

c) O havuzun etrafındaki küçük su kurnalarının olması vaftizin yanlızca batırarak değil; serpme yoluyla da yapılabilinirliğini gösterir.

Bu yüzden oradaki havuz ilk zamanlardaki kilisenin, kişileri batırarak vaftiz ettiğini kanıtlamıyor. Aslında bizler ilk kilisede birçok farklı görüşün olduğunu (Serpme, batırma v.b.) ve bu kilisede çocukların da vaftiz edildiğini de biliyoruz.

   

© Copyright incil.TürK